Bir yanda siyaset sınıfı, diğer yanda iktidar, Emniyet, şu veya bu kurum ile yakın iletişimi olan onca insanın bile daha henüz dişe değer bir yorum yapamadığı bu olay, bizim gibi fanilerin kolayca çözeceği, hatta iddialı yorumlar yapabileceği bir olay değil. Bana kalsa, ortalık bu kadar toz duman iken üzerine yazı bile yazmak istemezdim, ama o da olmaz, hem tüm Türkiye bu olayı konuşurken hiçbir şey söylememek lüksümüz yok, hem yorum yapmamak türlü manaya çekilir. Yine de, ben bu aşamada, sadece ortaya atılan tez ve yorumları değerlendirmeye çalışacağım.
Birçokları, açıkça ortada olan, MİT-Emniyet çekişmesinin ardında cemaat ile iktidar çekişmesine işaret ediyor. Daha doğrusu birçokları ‘cemaat’i telaffuz edemeyip, ima veya tarif ediyor. Nitekim, uzun süredir böyle bir çekişme olduğu üzerine ‘kulaktan kulağa’ oynanıyordu. Hatta, iktidara muhalefet edenlerin, böyle bir muhtemel çekişmeye ‘umut’ bağladıkları bile gözlenebiliyordu. Samimi olarak söylüyorum, ben bu spekülasyonları anlamlandırmakta öteden beri zorlanıyorum.
Güçlü bir iktidar partisi içinde kişiler de, farklı grup ve çevreler de birbiri ile güç mücadelesine girebilir, buraya kadar olanı tamam. Ancak, ben ‘cemaat’
Bu hafta, iktidar partisine mensup iki önemli siyasetçi dudak uçuklatan iki konuşma yapıtı ve demokrasi adına ‘dar ve uzun’ bir tünelde yol almakta olduğumuz bir kez daha belli oldu.
Önce İçişleri Bakanı Şahin, partisinin Edirne Kongresi’nde özgürlükler konusunda çok çarpıcı açıklamalar yaptı. Aslında konuşmanın tümü çok çarpıcı başlıklar içeriyor, ama Bakan’ın özgürlük tanımı yanında diğerleri gölgede kalıyor. Diyor ki Bakan, “Sıkıntı nedir? Özgürlük... Hangi özgürlükten bahsediyorsun. O zaman tutuklanınca da şikâyet etme. Özgürlük yoksa dışarıda, farkı yok içerinin, demek ki var dışarıda özgürlük.”
İş bu noktaya geldikten sonra, ‘Allah hepimizin yardımcısı olsun’ demek dışında yapılacak bir şey kalmıyor. Zira, demek ki, bu ülkede özgürlüğün sınırı, ‘dışarıda olmakla’ başlayıp, bitebiliyor. Konuşmanın bu bölümünün devamı da çok sıkıntılı ama, en önemlisi, özgürlük talep edene, en yüksek makamdan ‘dışarda özgürce dolaşmak yetmiyorsa, tutuklanınca şikâyet etme’ denebilmesi.
Şifre vermek başka şey
Sayın Bakan gerçekten özgürlükten nelerin kastedildiğini merak ediyorsa, sadece bunu içtenlikle tartışabilmemiz için bile, dışarıda gezmenin ötesinde bazı temel özgürlüklere
Doksanlı yıllar, Refah Partisi ve İslamcılığın yükselişine karşı ‘laikçi’ kesimin heyheylendiği zamanlardı. Yok, sadece askeri vesayet’ten bahsetmiyorum, sivil kesim askerlerden, devlet bürokrasisinden hiç de daha ileri bir noktada değildi. Tam tersine, Beyaz Türk dünyası tam bir hezeyan içindeydi. Bu hezeyan, en görünür dindarlık simgesi olan ‘başörtüsü’ konusuna kilitlenmişti. Bugünün ‘demokratlar’ının birçoğu, ‘başörtüsüne özgürlük’ denilince hop oturup hop kalkıyordu. O günün en demokratlarının özgürlük sınırı ise ‘kamu alanı’, ‘hizmet alan-veren’ ile çiziliyordu.
Bunlar gazetelerde okuduklarımız idi, işin bir de sosyal çevrede cereyan eden kısmı vardı. Beyaz Türk Dünyası’nda dost, aile meclislerinde konu döner dolaşır ‘başörtüsü’ne gelirdi, kıyamet orada kopardı. Bu esnada, ben henüz köşe yazmadığım, görüşlerim yaygın medyada yer almadığı/alamadığı dönemlerde bile, bizim çevrelerde bilinir, her arkadaş toplantısı, aile buluşması beni sorgulayan engizisyonlara dönerdi. Bazı arkadaşlar nezdinde bir tür ‘fil adam’a dönmüştüm, masum bir yemek davetinde karşıma bana takılacak birileri çıkar, ev sahipleri bundan sonra olacakları temaşa ederlerdi.
Arşivlere isteyen
Meğer Ece Temelkuran bu ülkedeki kötülüklerin anasıymış!.. Laiklik mitingleri üzerine yazdıkları, sonra Kürtlere verdiği destek, hatta bahçesinde yetiştirdiği domatesler parmaklara dolandı, yetmedi o parmaklar şimdi boğazına dayanıyor. Belli ki, işinden olması yetmedi; hiç sesi çıkmasın isteniyor. Beğenmediklerini ölümüne gammazlayanlar bitti, şimdi ‘sesi kesilsinciler’ çıktı. Eskiden bu işlere tenezzül edenler hiç olmazsa, aydınlar, demokratlar nezdinde ipi pazara çıkmış, itibarsız insanlardı; şimdikiler bir de ‘demokrat’lık taslıyor.
‘Ergenekoncu’ tehdidi
Son olarak Ece’nin The Guardian gazetesine yazdığı ‘Türk gazeteciler çok korkuyor, fakat buna karşı durmalı’ başlıklı yazısına çok bozulan olmuş. Bir yazarın bu yazısını da, başkalarını da, genelde yaptığı tahlil ve yorumları beğenmeyebilirsiniz, tamamen yanlış olduğunu da düşünebilirsiniz; ama ‘parazit’, ‘ahlaksız’ vs. diye karalamak ne oluyor? Dahası, şimdilerde beğenmediğinizi ‘Ergenekoncu’ diye yaftalamak gibi bir yol tutturulmuş, tehdit gibi kullanılıyor.
Bu ne densizlik!
Etyen Mahcupyan tam da bu yoldan gitmiş, Ece’nin yazısına, Today’s Zaman’da (3 Şubat) ‘Hrant’ın Parazitleri’ başlığı altında vermiş
Türkiye’nin Ortadoğu ile yakınlaşma politikası, başında son derece dostane terimler çerçevesinde ifade buluyordu. Sonra işler karıştı; İran-Suriye ekseni, Batı dünyasının hedefi haline geldi, Türkiye zor bir ikileme sürüklendi. Bu arada, İran için kullanılan dil de değişmeye başladı, muhafazakâr basın bu konuda, ABD dış politikası eksenli çevreler ile buluştu. İran politikaları için, ‘Acem yalanı’, ‘Acem pazarlığı’, ‘Acem oyunu’ lafları, bu ortamda medyada yaygınlık kazanmaya başladı. Bu terimler kuşkusuz yeni değil, ama kuşkusuz son derece itici ve düpedüz Oryantalist bir zihniyetin ifadesi.
Küçümseyen bakış
Diğer taraftan, ‘Arap Baharı’ sürecinde, bir tür ‘Türk Oryantalizmi’nin Araplara ilişkin, başka bir yüzünün sergilenmeye başlandığı nedense gözlerden kaçıyor. İlk bakışta Arap ülkelerinde ‘özgürlük’ mücadelelerine destek ve sempati gibi görünen yorumlar, aslında bu ülkelerin tarihini, kültürünü ve siyasi deneyimlerini küçümser bir bakışı yansıtıyor. Bu bakışa göre, sanki Arap dünyası Osmanlı bu toprakları terk ettikten sonra ve hatta bu nedenle bir batağa saplanmış vaziyette. Dahası, sanki bu ülkeler, Osmanlı’nın çekilişinden sonra, tarihin dışında, derin
Ünlü Slovak düşünür Slaloj Zizek’in yolu yine Türkiye’ye düşmüş. Bir önceki gelişinde verdiği röportajlarda söyledikleri üzerine bir eleştiri yazısı yazmıştım. Bu yazı nedeniyle, güncel konular üzerine yazdıklarımdan daha çok tepki (olumlu ve olumsuz) aldım. Veya belli ki, Zizek artık Türkiye’nin gündem konularından biri olmuş, dahası bir nevi ‘yabancı damat’ haline gelmiş; daha önce onu tanımayanlar yeni-Osmanlıcılığı çağrıştıran görüşleriyle tanışınca onu sevmiş, bağrına basmış. Zizek’in sol siyaset içinde takipçilerinin söylediklerine farklı tepkileri var, diğer taraftan muhafazakâr kesim Zizek’e toz kondurmuyor.
Bu arada, bana iki kez yazan bir okurum, Zizek’in söylediklerinin gazetelerde (özellikle Radikal gazetesinde) tahrif ve sansür edilerek aktarıldığını bildirdi. Bu konuda söyleyebileceğim bir şey yok; eğer Zizek tahrif ve sansür edildiğini düşünüyorsa, itiraz etmek ona düşer. Ben gazeteler vasıtasıyla bizlere yansıyan görüşleri üzerine düşündüklerimi yazmaya devam etmek istiyorum.
‘Askeri operasyonlara karşıysam da...’
Zizek bu kez, bir reklam şirketinin davetlisi olarak gelmiş, ama onun dışında bir konferans daha vermiş; bu arada Hürriyet gazetesinden Cansu
Daha henüz tam olarak iyileşmediğim halde, Diyarbakır’a bir günlüğüne tek perdelik bir oyun izlemeye gittim. Doğrusu, çok tiyatro âşığı biri olmadığımı herkes bilir, ama proje o kadar heyecan vericiydi ki, hasta hasta yollara düşmeye değiyordu.
Olay şu; Diyarbakırlı ve Trabzonlu kadınlar, bir köprü kurmak için birlikte bir tiyatro çalışması gerçekleştirmişler. Cuma ve cumartesi geceleri bu oyun Diyarbakır’da sergilendi, sonraki iki gün de Trabzon’da sergilenecek. Dilek Güven’in yönetiminde dört Trabzonlu, dört Diyarbakırlı kadın oyuncu ve arkalarında kalabalık bir teknik ve destek grubu, büyük bir heyecan ve fedakârlıkla çalışmış. Sonuçta, fedakârlıklarına değmiş, birlikte yapılan iş hem iyi sonuç vermiş, hem amaçlandığı gibi proje içinde yer alanları tanıştırıp yakınlaştırmış.
Köprüler birlikte kurulsun
Oyunun broşüründe, proje içinde Diyarbakır’dan yer alan Drama Eğitmeni Sibel Can, ‘Bir gün birisi gelip de “Trabzon Diyarbakır Köprüsü’ için bir araya gelip bir şeyler yapalım deseydi belki gülüp geçerdim. Bu köprü kurulur mu, hadi kuruldu diyelim, gelip geçen olur mu, geçenler birbirini ezerek mi yoksa birbirine yüzünü dönerek mi geçer gibi tedirgin sorular geliyordu
Fransa Parlamentosu’nun ‘Soykırımı inkârın suç sayılması’na ilişkin kararı üzerine kıyamet kopuyor. Boşa çene yormanın lüzumu yok, bu karar tabii ki siyasi bir karar, ama ona bakarsanız uluslararası tüm hamleler, politikalar da öyle. Yoksa, mesela çevresindeki tüm güçler nükleer silah sahibi iken, İran’a neden bunca baskı yapılıyor? Mesela, bölgede demokrasinin esamesi okunmazken, Suriye’ye neden demokrasi diye baskı yapılıyor? En önemlisi, Türkiye’deki bunca demokrasi zaafına rağmen, dış dünyanın suskunluğu da politik çıkar hesapları yüzünden ama, öylesi işimize geldiği için ilkelerden bahsetmek kimsenin aklına gelmiyor.
Hariri ailesine sorulsaydı
O halde, işi Engizisyon’a, Kanuni’nin mektubuna kadar götürmek, hele düşünce özgürlüğünden dem vurmak yerine, ‘siyasi değerlendirme’ yapmak daha anlamlı olurdu. Hiç değilse, geçenlerde Beyrut’ta, ‘Suriye’yi konuşmak’ için toplanıldığında, baş dostumuz Hariri ailesine, Fransa’nın tavrı sorulsaydı diyorum. Malum bu aile ve onların başını çektiği ‘Lübnan’ın Batı yanlısı koalisyonu’nun, Türkiye ile de, Fransa ile de arası çok iyidir. Ama ‘kahrolsun içimizdeki insan sevgisi’, başkalarının sorunları ile uğraşmaktan başımızı