“Türkiye’nin oksijeni en bol bölgesi neresidir?” gibi bir soruya yanıt vermeden önce sizi derin bir nefes almaya ve düşünmeye davet ediyorum
Farkında olmaksızın bir dakikada ortalama 12 kez nefes alır ve 12 kez de veririz. Her nefes alışımızda büyük ölçüde azot ve oksijenden oluşan gaz karışımını “hava” olarak ciğerlerimize çekeriz.
Şimdi “Türkiye’nin oksijeni en bol bölgesi neresidir?” gibi bir soruya, Edremit Körfezi, Datça Yarımadası, Altınoluk, Macahel, Kaz Dağları, Antalya, Sürmene vb. şeklinde bir yanıt vermeden önce sizi derin bir nefes almaya ve düşünmeye davet ediyorum. Çünkü şu an yanlış bir ezbere, daha da doğrusu “kötü bilim”e kurban gitmek üzeresiniz! Aslında soru yanlış! Soru “Türkiye’nin havası en temiz bölgesi neresidir?” şeklinde olmalıydı...
“Kötü bilim” örnekleri
Günümüzde, bilimsel kavramların öğretilmesinde yanlış bilgi, örnekler ve çizimlerin kullanılması, “kötü bilim” olarak kabul edilip üzerinde durulan önemli bir öğretim konusu. Maalesef kullandığımız kelime ve kavramların anlamını tam bilmiyor ve hiç sorgulamıyoruz. Daha da kötüsü, bunun farkında bile değiliz. İyi niyetle de olsa yazıp söylediklerimizle çocuklarımıza da yanlış bilgi verip, yanlış şeyler öğretebiliyor, reklam, kitap ve afişler de bastırabiliyoruz. Bu yüzden dikkat! Thomas Cardinal Wolsey’nin dediği gibi “Kafalara neler koyduğunuz konusunda çok ama çok dikkatli olun; çünkü onları bir daha asla değiştiremezsiniz.”
Örneğin, ısı yerine sıcaklık, sıcaklık yerine ısı, ozon seyrelmesi yerine ozon delinmesi, küresel iklim değişimi yerine küresel ısınma, temiz hava yerine de bol oksijen gibi kavramları kullanmak ülkemizde çok yaygın “kötü bilim” örneklerindendir. Halbuki, atmosferde oksijen ve azotun hacimsel yüzdeleri yerden 80 kilometreye kadar sabittir. Dolayısıyla yer yakınında bu gazların dönüşümü ve yeniden üretilmesi arasında bir denge mevcut. Aslında bir yerden diğerine değişen oksijen değil; hava kirleticileri ve nemdir...
Buna rağmen, örneğin bir habere göre, “Balıkesir’in Edremit ilçesine bağlı Altınoluk beldesi, oksijen yoğunluğu açısından dünyanın ikinci, Türkiye’nin ise ‘en doğal oksijen çadırı’ olarak biliniyor.” Bir reklama göre ise “Dünya Sağlık Örgütü ölçümlerine göre insan organizması için en iyi hava (Oksijen Oranı: 0.021) ölçümlerinin yapıldığı”... Benzer şekilde Ordu Valiliği’nin hazırlattığı bir gezi rehberinin kapağında “Oksijenin Yurdu Ordu” ifadesi var. Kitapçıkta oksijen oranı verilmemiş ama kapakta Ordu’nun “O”su ve temiz havası “O2” gibi bir kısaltmayla gösterilmiş. Aslında doğa güzellikleri, mavi denizle yeşil bitki örtüsünün kucaklaştığı kıyıları, dağları, uçsuz bucaksız yaylaları, tarihi ve kültürel zenginlikleriyle güzel Ordu’nun böyle yanlış bir reklama ihtiyacı yok...
Nitrojen (yüzde 78), oksijen (yüzde 21) ve argon (yüzde 0.1) miktarları aynı yükseklikte olan bir yerden diğerine değişmediği için “sabit gazlar” olarak adlandırılır. Bu gazların miktarı sadece yükseklikle azalır veya artar. Karbondioksit, metan, ozon, partiküller vb. ise soluduğumuz havanın hacim olarak yüzde 1’inden daha küçük bir kısmını oluşturur. Küçük miktarda olan bu gazlar hem yükseklikle hem de bir yerden diğerine değiştiği için “değişken gazlar” olarak da adlandırılır.
Özetle, dünyanın her yerinde 100 milyon yıl önce yüzde 35 olan oksijen, şu an havadaki gazların yaklaşık beşte birini oluşturmakta. Ayrıca, yüksek dağ ve yaylalardaki oksijen miktarı “bol” değil; aksine deniz seviyesine göre çok daha azdır! Yoksa Everest vb. yüksek dağlara çıkanlar oksijen maskesi filan takmaz, oksijen tüpü kullanmazdı!
İyi ki bol oksijen yok
Aslında fazla miktarda oksijenin uzun zaman solunması akciğerleri tahrip eder. Ayrıca eğer iddia edildiği gibi, ülkemizin değişik yerlerinde oksijen bol olsaydı oralarda yangın ve patlamalarla da baş edemezdik. Yani iyi ki “bol oksijen” yokmuş!
Sonuç olarak, Mark Twain’in, “Soruyu anında cevaplayabildiğim için çok mutluyum: Bilmiyorum!” sözü bize de ders olmalı. Yanlış internet yorumları ve kulaktan dolma bilgilerle kitap yazıp
proje, reklam filan da yapmayalım lütfen! n