Meclis Anayasa Komis-yonu CHP’nin 3. toplantıda masadan kalkmasıyla tartışılır hale geldi. Komisyon dağıldı, yeni anayasayı Meclis’in yapması imkânı ortadan kalktı değerlendirmeleri sanıyorum erken. Meclis Başkanı İsmail Kahraman dün yaptığı basın açıklamasında da yeni bir çağrı yaparak bu Meclis’in yeni bir anayasayı yapacağına inandığını dile getirdi. Meclis Başkanlığı’nın komisyonun yürümesi için ön şartı buraya tüm partilerin katılımı değil, öyle anlaşılıyor ki AK Parti tek başına kalsa bile komisyon Meclis adına çalışacak ve bu çalışmayı Türkiye ile paylaşacak, daha doğrusu tüm
Türkiye’ye mal edecek.
Anayasalar toplumsal mutabakatla oluşur, bu toplumsal mutabakat da tarihsel, sosyal ve ekonomik süreçlerin hülasasıdır. Bu açıdan, anayasa yapmak konjonktürel bir durum değildir, anayasalar, toplumsal süreçlerin (sosyal-ekonomik toplumsal oluşumları yapan tarihsel zaman dilimi) ortaya çıkardığı toplumsal mutabakatın siyasi iradesinin çatısıdır. Kanunlar, konjonktürlerin gereğidir, anayasalar ise toplumsal süreçlerin...
Bu açıdan yeni anayasaya konjonktür üzerinden bakan, anayasa meselesini reel politiğe kurban edecek kadar sığ siyasi partilerin Meclis’te yeni anayasa gibi tarihsel bir çalışmayı sabote edecekleri açıktı. Ama dün Meclis Başkanı’nın açıklamaları da gösterdi ki bunun hem Meclis’in dinamiği açısından hem de toplumsal karşılık açısından pek önemi yok. Meclis Başkanı İsmail Kahraman, komisyon için yeni bir çağrı yaptı ve aslında bu çağrıyla Meclis’in yeni anayasa yoluna nasıl devam edeceğini de ilan etmiş oldu.
Dayanaklar...
Burada meşruiyetin iki temel dayanağı var; birincisi bu meseleye tarihsel olarak Meclis’in sahip çıkması ve açık olarak bu çalışmayı tüm toplumla birlikte yürütmesidir. Bu, dört partiyle de olur, tek partiyle de, buradaki katılım meşruiyet zaafı ya da meşruiyet gücü değildir. İkinci meşruiyet alanı milletin kendisidir. Toplumun bütün kurumları, aygıtları ve oluşumları ile Meclis’le birlikte bu süreci sahiplenmesi ve yürütmesidir. Bunun böyle olacağının çok güçlü işaretleri var. Yeni anayasa ve buna bağlı olarak başkanlık sistemini toplumun büyük bir çoğunluğu gerekli görüyor ve bu gerekliliği tartışıyor.
Bunun da temel nedeni, Türkiye toplumunun bu meseleyi ana muhalefet partisi gibi, konjonktürel bir reel politik meselesi olarak görmemesi ve yeni anayasa-başkanlık sistemi talebini, tarihsel sürecin sonucu olarak önüne gelen yeni bir kalkınma, refah ve bir arada yaşama oluşumunun başlangıcı olarak görmesidir...
Tarihsel süreç...
O zaman tam şimdi içinde bulunduğumuz tarihsel sürece bakalım; Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge -Avrasya- 19. yüzyıldan daha derin ve kapsamlı yeni bir sosyal-ekonomik hatta coğrafi yapılanmanın eşiğinde... 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanarak uzaklaştırıldığı dört temel ticari ve ekonomik alana Türkiye yeni bir güç olarak dönme iradesi gösteriyor. Balkan coğrafyası, Ortadoğu ve Kuzey Afrika, Kafkasya, Akdeniz ticari geçişleri ve enerji alanları... Bu tezi olgular üzerinden söylüyorum, ayrıca “geri dönme” siyasi egemenlik anlamında değil tabii; ekonomik ve ticari etkinlik olarak... Türkiye’nin son on yılda, başta enerji ve ticari geçiş alanlarında attığı stratejik adımlar, kendi iç pazarını demiryolları ile Çin’den gelecek orta ve güney (Yeni İpek Yolu) koridorlarına bağlama iradesi ve Güney Gaz Koridoru ile Kafkasya, Ortadoğu ve Akdeniz enerji hattını oluşturması (ki TANAP burada çok önemli ve stratejik başlangıçtır) buradaki temel olgulardır.
Bu anlamda Suriye savaşı ile yeni anayasa ve başkanlık sistemi tartışması birbirinden ayrı tartışmalar ve saflaşmalar değildir. Çünkü Suriye savaşı, özünde bir pazar ve enerji alanları paylaşımı savaşıdır. Rusya’nın buradaki temel amacı, elinde tuttuğu kuzey enerji ve ticari geçişlerine alternatif olarak gelecek ve Türkiye’nin denetleyeceği güney geçişlerine ortak olmak ya da bunları tamamen ele geçirmektir. Türkiye, yeni anayasayla ulaşacağı başkanlık sistemi dinamiği ve onun kurumları olmadan bu coğrafyada Rusya’nın ve diğer devletlerin hamlelerine cevap veremez.
Paylaşım savaşı...
İçinde bulunduğumuz süreç klasik bir paylaşım savaşı değildir, çok boyutlu askeri, siyasal, diplomatik, ekonomik ve ticari yeni bir paylaşım savaşıdır. Dolayısıyla, aynı zamanda, içinde bulunduğumuz yüzyılı belirleyecek tarihsel bir süreçtir, konjonktürel bir durum değildir.
Burada, hiç şüphesiz ki yeni tanımlara ihtiyacımız vardır; örneğin devletin yeni bir ekonomik güç olarak ortaya çıkması, eskiden olduğu gibi, kapalı -otarşik- piyasa ve demokrasi dışı bir dinamik olmayacaktır. Tam aksine, katılımcı, ucu açık, güvenlik, kalkınma ve demokrasi kavramlarını bu bağlamda yeniden derinleştirerek tanımlayan ve ulusal sınırlar dışında da piyasa mekanizmasını çalıştıran -daha doğrusu, piyasanın rekabetçi-açık olarak işlemesi için gerekli gözetimi ve regülasyonu yapan- yeni devlet tanımına ihtiyacımız vardır ki bu, 19. ve 20. yüzyılın dar-kapalı ulus-devlet tanımını aşan eksen devlet aşamasına tekabül eder. Türkiye, bütün bu coğrafyanın üç büyük -Türk-Rus ve Pers- kadim devlet geleneğine sahip olan bir devlet olarak, başkanlık sistemiyle bunu gerçekleştirecek en güçlü adaydır.