Bugün ve yarın Fed’in toplantısı var. Fed Federal Açık Piyasa Komitesi’nin (FOMC) faiz artırması beklenmiyor, hatta FOMC’un faiz indirimine gitmesi, faiz artırmasından daha güçlü bir olasılık olarak tartışılıyor. Mesela El-Erian gibi fon yöneticileri, Fed’in, doların beklentilerinin üzerinde değerlenmesi ve bunun oluşturduğu belirsizlikten rahatsız olduğuna vurgu yapıyor. Öte yandan ABD’li yatırım bankası Morgan Stanley de, Fed’in faiz artırmasından bu yana finansal koşulların rahatsız edici şekilde sıkılaştığını ve bu sıkılaşmanın dört faiz artırımına eşit bir etki oluşturduğunu söyledi.
Batı’nın krizi
Avrupa Merkez Bankası ve Japonya Merkez Bankası’ndan gelen genişleme açıklamaları da küresel durgunluğun Avrupa ve Asya tarafında oldukça rahatsız edici boyutlara vardığını bize anlatıyor. Bu durumda Fed’in faiz artışını vaktinden önce yaptığını söyleyebiliriz. Yellen de bunun farkında. Faiz artışından sonra dolardaki değerlenmenin kısa süreli olacağını, ABD ekonomisinin büyüme ve enflasyon oluşturma hedeflerini destekleyeceği açıklamalarını yaptılar. Ancak şu çok kısa sürede bunun böyle olmayacağını, faiz artışının 1995’deki Ters Plaza anlaşmasının (gereksiz değerli dolar sonucunda küresel çıktı açığının katlananak büyümesi ve kriz) sonuçlarından daha vahim sistem sorunlarına yol açacağını gördüler.
Dolar, faiz artışının olduğu, 2015 Aralık ayının ortasından beri efektif kur bazında yüzde 2 değerlendi. Bunu, geçen yılın devamı olarak alırsak, yüzde 15’i zorlayan bir değerlenme olduğunu söyleyebiliriz. Dünyanın ABD dışındaki kesimini bir kenara koysak bile, bu, ABD’nin de katlanacağı bir şey değil. Yani doların ve ABD bazlı kağıtların değerlendiği, ama şirket hisse senetlerinin ve temel emtiaların sürekli değer yitirdiği bir türbülans hali ilk önce ABD’yi vuracak bir kriz fırtınasıdır.
Şimdi bile dolar bazlı bu saadet zincirinin nerede kopacağı belli değil.
Şirket hisselerinin hızla değersizleşmesi, emtia fiyatlarının düşmesi ve dünya ticaretinin daralması, bir müddet sonra finans sistemindeki balonları da patlatmaya başlayacak. Avrupa Merkez Bankası, artık genişleme diye batık şirketlerin ihraç ettiği tahvilleri almaya başlayacak. Sonuç olarak hem ABD tarafı hem de Avrupa tarafı, bize göre, hızla gelen kriz bulutları ile örülü ve hava giderek kararıyor.
Doğu’nun stratejisi
Doğu tarafına baktığımızda ise orada da ilginç gelişmeler var. İran ile Çin’in stratejik ve uzun vadeli anlaşmalar yapması, bunu da heyecanla duyurmaları kayda değer bir gelişme.
Çin, kendisini uluslararası sistemin yeni inşacısı ve reformcusu olarak tanımlıyor. Devlet Başkanı Xi Jinping, geçen sene Wall Street Journal’a verdiği mülakatta, “Küresel sistemin tek bir ülkenin denetimine girmesini kabul edemeyiz. Çin, mevcut sistemin katılımcısı, inşacısıdır” diyordu. Xi, bu persfektife uygun olarak küresel yönetişim sisteminin yeniden düzenlenmesi gerektiğini söylüyordu. Mesela Çin, geçen senenin ekim ayında imzalanan Trans Pasifik Ortaklığı (TTP) anlaşmasını ABD’nin bir hamlesi olarak görmekle birlikte, TTP çerçevesinde gündeme gelecek bütün serbest ticaret düzenlemelerini kabul edeceğini ve bunun önünün açacağını ilan ediyor. Çünkü TTP’yi aşacak hatta onu içine alacak büyük bir bölgesel ticari entegrasyon hedefliyor. Tek kuşak-tek yol projesi, Pasifikten Avrupa’ya uzanan orta ve güney ticari geçişlerini içine alıyor. Dolayısıyla Çin’in İran’la anlaşması, bu Asya merkezli yeni dünya düzeni için önemli bir adımdır.
Bu tabloya genel olarak baktığımızda şunu görürüz; ABD ve Avrupa yani Batı tarafı, bırakın yeni bir genişleme stratejisini, içinde bulundukları krizden nasıl çıkacağını bulmuş değil. Çin merkezli Asya-Doğu ise yeni bir kalkınma stratejisini hayata geçirmeye başlamış.
Türkiye’nin gördüğü
Tabii ayrıntılara girdiğimizde bu kadar “basit” bir dünyada olmadığımızı anlıyoruz. En azından Türkiye için böyle... Türkiye, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi vizyonuna bağlı olarak bu genel tabloyu gördü ve genel ekonomik-siyasi duruşunu, stratejisini tek bir tarafa yaslamadan, güçlendiği ölçüde yeni doğu kalkınmasına da eklemlenerek, hatta buraya özgün katkı yaparak “bağımsızlaşmayı” tercih etti.
Erdoğan’ın AB üyeliği ısrarı kadar, AB’nin Türkiye’ye yönelik ikircikli, sahte tavrını sert eleştirmesi hatta Şanghay Beşlisi vurguları bunun günlük siyasi dille anlatımıydı. Ekonomi politikası tartışmaları ve Türkiye’nin yeni Anayasa ile birlikte başkanlık sistemi ve buna bağlı olarak yeni bir kalkınma yolu arayışı da, bu yönelim ve farkındalığın sonucudur.
Ancak nasıl olduysa, özellikle kasım seçimlerinden sonra, Suriye meselesine bağlı olarak Türkiye, Rusya ve İran’la çok boyutlu sorunlar yaşamaya başladı. Aynı tarihlerde, doğu illerinde yoğun terör saldırıları gündeme geldi ve Türkiye, Irak, Hazar enerji kaynakları, Akdeniz enerji geçişi ve Çin’in tek kuşak projesi üzerinde olan tek kuşak ticari geçişleri için tartışılır bir ülke haline getirilmek istendi.
ABD Başkan Yardımcısı Biden’ın ziyareti bize gösterdi ki, Batı’nın yukarıda anlattığımız krizi bitmeden Türkiye’nin, güçlü ve “bağımsız” bir oyuncu olarak doğu kalkınmasına “batılı” bir ülke olarak katılımı istenmiyor. Biden’ın İstanbul’daki “tuhaf” temasları bize bunu anlattı. Aslında doğudaki terör kalkışmasının arkasındaki amacı ve küresel desteği de bize göstermiş oldu.
Ancak, bütün bu oyunun da, bu oyunu inşa edenlerin de -yukarıda anlattığımız gibi- güç durumda olduğunu Türkiye görüyor.