Uzun yıllar oldu günlük yazılara başlayalı. Bunun bir sosyal bilimci için çok önemli bir fırsat ve şans olduğunun da farkındayım. Yazma serüveni, bana fırsatı ve şansı kullanmanın ve kendini okuyucuya kabul ettirmenin yolunun, şartlar ne olursa olsun, tutarlı bir çizgi izlemekten, gelişmeleri neden-sonuç ilişkileri ve tarihsel-güncel bağlamıyla ele almaktan geçtiğini öğretti. Okuyucu, özellikle ekonomi-politika okuyucusu, zaten olan biteni sizden iyi izler, ayrıntıları yakalar. Onu çarşı-pazar haberleri kesmez, bunun için ekonomi yazdım ama hiçbir zaman, fiyatlar, borsa vb “piyasa” yazıları kaleme almadım. Çünkü, ekonomi, sadece politikanın az yoğun halidir; doğrusu ekonomi değildir, ekonomi-politiktir. Bunun için bu yazılar ekonomi-politik yazıları olacak; öncekiler gibi...
Çok farklı mecralarda yazdım; dergiler, gazeteler... Olduğu gibi arşivlerde duruyor, isteyen web’de arama motoru marifetiyle bulabilir; bu yazılar, tarih ve veri güncellemesi yapılarak yeniden yayınlanabilecek kadar tutarlı bir çizgi izler. Demokrasiyi, rekabete dayalı adil, anti-tekel ve gelir dağılımının yoksullar lehine düzeltildiği bir ekonomiyi savunur ve bunun teorisini, ekonomi-politiğini de bağımsız olarak, okuyucuya sunmaya çalışır. Yeni gazetem Milliyet’te de aynı çizginin devamı olacak.
İşte bu cümleden olmak üzere, öncelikle merhaba!
Şu güzel bayram gününde hepinize merhaba...
İki temel yol...
Bu sıralar herkes şunu merak ediyor: Kasım seçimlerinden sonra, işbaşına gelecek hükümet nasıl bir ekonomi-politika izleyecek? Açıkçası, hem Türkiye için hem de gelişmekte olan ülkeler için burada çok fazla seçenek yok.
Seçimlerin ardından, nasıl bir iktidar gelirse gelsin, önünde iki temel yol var:
Birincisi, küresel sistemin tarihsel ve güncel koşullarını değişmez/değiştirilemez veri kabul ederek, ülkeyi buna göre şekillendirmek ki bu ekonomi için olduğu kadar politik alan için de geçerlidir. Yani, reformları ve atılacak bütün adımları, ülkenin özgün koşulları/sorunları üzerinden değil de küresel sistemin hâkim sermaye güçlerinin istekleri ve onların krizini aşmak üzere tasarlamak... Enerjiden savunma sanayiine kadar bütün stratejik alanlarda ülkenin temel bir özgün stratejisinin (senaryosunun) olmaması...
Bunun sonucu, var olan dengeyi korumak ve ülkedeki refahı da pek düşünmemek anlamına gelir. Şu çok açık değil mi: Bugün Türkiye’de bölgeler arasındaki gelir dağılımını ve genel olarak de eşitsiz gelir dağılımını radikal olarak düzeltecek adımları atamazsak, hiçbir sorunumuzu çözemeyiz... Devam edelim... Devletçi ama aynı zamanda tekelci sistemin dünyası, kesinlikle Adam Smith’in görünmez elinin idare ettiği piyasadan ve onun dünyasından ayrıdır, ama kesinlikle ondan doğmuştur. Rekabette, demokrasinin tüm kuralları geçerliyken tekelci zamanlarda yalnızca metaların piyasası ve onun diktatörlüğünün kuralları geçerlidir. Öyle ki bu tekelci sistem suni krizler oluşturmaya, o krizlerde de kendi karanlık yolunu çizmeye muktedirdir. Metaların fiyat istikrarını bozan her adım finans ahtapotunun kolları arasında boğulabilir... Bu yolu, güncel olarak, Türkiye için 2001 krizinden sonra ortaya atılan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nda görebiliriz. Bu yol sanıldığı gibi siyasi olarak demokrasiye tekabül etmez, tam aksi sonuçlara yol açar.
Komşu’ya bakış...
Buradan ikinci yola geçelim:
Türkiye, birinci yolu kullanarak bir yere kadar geldi ama şu ana kadar her anlamda tüketti. Oysa küresel krizin şu aşamasında, Türkiye gibi ülkeler, kendi özgün yollarını ve çıkarları doğrultusunda ekonomi-politikası belirleyecek tarihsel eşikte ve güçtedir.
Dolayısıyla, seçimden sonra, nasıl bir iktidar hatta nasıl bir ekonomi yönetimi iş başına gelirse gelsin, Türkiye için tükenen, gelir dağılımını daha da bozan ve siyasi olarak da demokrasi dışı bir siyasi yola tekabül eden neo-liberal çizgiye başvuramayacaktır. Bu, artık çıkmaz sokaktır. Dışa açık, rekabetçi, adil gelir dağılımını ve ülke çıkarlarını daha da öne çıkartan özgün yeni bir ekonomi-politikası ve yeni bir büyüme/kalkınma modelini, hep birlikte, oluşturacağız 1 Kasım sonrası...
Son olarak şu notu da eklemek istiyorum; Yunanistan’da Syriza yeniden seçimi kazandı; peki Syriza bu süreçte başarılı oldu mu; hayır, peki Yunan halkı neden ısrarla Syriza’ya oy verdi sorusunun cevabı şudur; Yunan halkı başarısız Syriza’ya oy vermedi, yalnızca “kemer sıkma” denilen çağdışı ekonomi-politikalarına hayır dedi. Belki şu “yerli-milli” kavramlarının altını böyle de doldurabiliriz.
Herkese iyi bayramlar...