Çin’den geçen hafta sonu gelen iki haber, çok yakın zamanda, küresel ekonominin nasıl seyredeceğini söylüyor. Çin Merkez Bankası geçen hafta gösterge borç faizini ve bankaların zorunlu karşılıklarını düşürdü.
Çin Merkez Bankası’nın bir yıl vadeli borç verme faizini yüzde 4.6’dan 4.35’e düşürmesi öne çıkıyor gibi görünse de burada merkez bankasının mevduat faiz tabanını kaldırarak güçlü bir liberalizasyon işareti vermesi çok daha önemli. Zaten Çin’den gelen ikinci haber de bunu tamamlıyor; Çin ve IMF yetkililerince yapılan toplantılarda Çin’in parası yuanın, IMF’nin özel hesap birimi olan “Özel Çekme Hakkı (SDR) sepeti içinde değerlendirilmesi kesinlik kazanıyor.
Yuanın SDR içinde değerlendirilmesi, bir Bretton-Woods kurumu olan IMF’nin yalnız dolara dayalı Bretton-Woods sistemini bir kenara koyması demektir. Bloomberg’in haberine göre yuan, SDR içinde rezerv para muamelesi görürse, en az bir trilyon dolar tutarında küresel rezerv Çin varlıklarına çevrilecek. Tabii bunun yalnız bir başlangıç olduğunu, yuan parasıyla yapılan ticaretin de hızlanarak küreselleşeceğini söylemeye gerek yok. Üstelik bu adımın, Çin’in G-20’nin ev sahipliğini yapacağı gelecek yıla kadar olan çok kısa zaman diliminde olma ihtimali çok güçlü.
Batı krizi derinleşiyor!
Bugün küresel para sistemi, dolar ağırlıklı olmak üzere, euro eşliğinde işliyor. Aslında işlemiyor. Buna en iyi örnek 1985 ve 1995’te -daha euro doğmadan- yapılan Plaza Anlaşmalarıdır. Esasında bu anlaşmalar, küresel para sisteminin işlememesi (kriz yaratması) üzerine yapılan beyhude müdahalelerdi.
Bu açıdan artık sisteme yuanın girmesi kaçınılmazdır. Amerikan Merkez Bankası’nın (Fed) faiz artıramaması, Avrupa Merkez Bankası’nın daha gevşek bir para politikasından ve yeni genişlemelerden bahsetmesi zaten iki önemli olguya işaret ediyor; birincisi, Batı’nın krizi derinleşerek devam ediyor; ikincisi, var olan para sistemiyle ve buna bağlı paradigmayla bu kriz aşılamaz.
IMF’nin bile varlık gerekçesini inkâr eden bir yola mecbur kalması ve Fed’in faiz artırmamasını istemesi, yuanı SDR’ye kabul etmeye hazırlanması, 2. Dünya Savaşı’nın tüm ekonomik ve siyasi sonuçlarını yitirmeye başladığımız bir döneme girdiğimizin işareti.
Bu, “sessiz” küresel bir devrimdir. Bu devrim, yalnız ekonominin ticari ve parasal yüzünde kendini göstermiyor. Üretim araçları tümüyle değişiyor, bunların sahipliği ve buna bağlı sermaye birikimi çevrimi de hızla değişiyor. Eski sermayenin değersizleştiği ve adeta kendini imha ettiği bir döneme adım attık. Nesnelerin interneti ile Batı ile Doğu aynı anda tanışacak ama aynı zamanlarda fosil yakıtlara bağlı enerjiye de veda edeceğiz. Şimdi bu müthiş ama bir o kadar da hızlı değişimin siyasete yansımayacağını varsayarak eskisi gibi devam etmek mümkün olur mu? Tabii ki hayır...
Dünyanın ekonomik ağırlık merkezi Batı’dan Doğu’ya kayarken, teknoloji tek başına bütün diğer üretim faktörlerini sollayacak bir başat üretim aracı ve faktörü olurken, bu değişimin siyasi sonuçlarını ıskalamak mümkün mü?
Bu değişimi anlatan, bunun siyasi sonuçları üzerinde sayısız tez geliştiren bir yığın makale hatta kitap var. Ancak bu değişimi içselleştirip günlük siyasete döken ve bunu ülkesinin, halkının geleceği için bir fırsata çevirip siyasallaştıran bir siyasi hareket var mı; işte bu tartışılır.
Ancak şunu söyleyebiliriz; farkındalıklar var... Örneğin, Çin’de Xi Jinping böyle bir lider ve bu değişimin farkında ve bütün fırsatları çok ustaca, yerinde bir stratejiyle değerlendiriyor. Japonya’da Abe de böyle bir lider. 2. Dünya Savaşı’ndan kalma anayasayı değiştiriyor.
Türkiye nerede?
Türkiye için şunu söyleyebiliriz; Türkiye, bu büyük “sessiz” küresel devrimin tam ortasında, bunun merkez ülkelerinden biri. Hem Çin önderliğindeki Asya’nın hem de Batı’nın -dolayısıyla- sistemin, iki dünya savaşına benzer yeni bir felaketle karşılaşmadan bu değişimi geçebilmesi için Türkiye’nin öncülüğüne ve istikrarına ihtiyaç var.
Bu hafta sonu Türkiye’de seçim var... Her Amerikan seçiminde şu söylenir; “Başkanı ABD’liler seçiyor ama o başkanın yaptıklarının sonuçlarına biz katlanıyoruz.”Şuna emin olun, bu seçimi biz yapıyoruz ama bu seçimin sonuçlarından ilk önce bölge ülkeleri, halkı sonra dünyanın geri kalanı etkilenecek.
Geçen gün CHP lideri Kılıçdaroğlu, “Anlamıyorum” diyordu, “anlamıyorum, biz Mısır’la neden kavga ediyoruz?” Sanıyorum anlayamadığı şu; biz Mısır’la kavga etmiyoruz, darbeci bir diktatörle kavga ediyoruz. Öyle dümdüz üç askeri, bir de postmodern darbe ve sayısız darbe girişimi başından geçmiş bir ülkenin ana muhalefet lideri bunu söyleyen... Peki, böyle bir siyasetin yukarıda anlattığımız küresel “sessiz” devrimi okuyup, bu ülke için politik bir pozisyon alması sizce mümkün mü? Türkiye, bu hafta sonu bu farkındalığın seçimini yapacak, bunu unutmayalım.