Bugün cumhurun bayramı; kimsesizlerin kimsesi olma iddiasıyla 92 yıl önce Mustafa Kemal ve arkadaşlarınca ilan edilen cumhuriyet, bu iddiaya uygun bir ekonomik ve siyasi çizgi üzerinde mi tekamül etti? Bu soruya sanıyorum hiç bir düzlemde net, köşeli bir cevap veremeyiz. Ancak cumhuriyetin kimsesizlerin kimsesi olması gerektiğini söylemekle yetinmeyen, bunu politik bir hedefe dönüştüren, ekonomiden başlayarak erki yaygınlaştıran ve en tepeden aşağıya indiren lider sanıyorum Erdoğan oldu...
Dün Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde bir ilk vardı; vatandaş resepsiyonu...
Burada DSİ işçisi, bir oğlu kendisi gibi DSİ’de işçi, bir oğlu da Tunceli’de şehit olmuş bir baba ile sohbet ettik; “Ben ameleyim, oğlum da amele, buraya geldik şaşırdık” dedi... Ben de “Buraya tabii geleceksiniz, burası sizin ama bundan daha önemli olan refahınız, geçiminiz” dedim; o da, “Eskiye göre iyi ama yetmiyor, yine de torunlar okuyor orada bir sıkıntı yok” dedi.
Ben de kendisine şunu söyledim; “Ellisini çoktan geçtim, daha geçen seneye kadar, bir akademisyen olarak, yazar olarak, vatandaş olarak bir tek ‘cumhur’ resepsiyonuna çağrılmadım, şimdi ise burada davetli değil, görevliyim... Bugün burada buluştuk, sizin torunlar yarın burada olacaklar, yetmeyen ne varsa da yetecek...” dedim. Yetmeyeni yeter hale getirebilir miyiz, işte bunu tartışalım, bunun için o kadar yapacak çok şey var ki...
Demokrasi, piyasa...
Ama bakın şu başlangıç önemli:
Yıllardır kimsesizlerin ekonomisini, ekonomi-politik olarak anlatan, yazan bir yazarla, “Ben DSİ’de ameleyim ve yarın daha iyi olacak, çok şükür” diyen bir işçi devletin en tepesinde buluştu. Ben sizi bilmem ama bu benim için devrimdir, amelelerin ve onların hakkını savunanların devrimidir; dolayısıyla onların demokrasisidir. İkiyüzlülüğe gerek yok; bir demokrasinin sınırları ne kadar “aşağıya” doğru genişlerse o demokrasi o kadar zalimler için diktatörlük olur. Bu anlamda her gerçek demokrasi zalimler için diktatörlüktür de... Mazlumun hakkına, hukukuna egemen olan karşısında sahip çıkmazsanız demokrasiden bahsedemezsiniz.
Peki, bunu yapmaya nereden başlamak gerekir; bu soruya bir iktisatçı olarak tek bir kelimeyle cevap vereyim: Piyasadan. Sanılanın aksine, yoksulun, mazlum un hakkını korumak için devlete abanmak ve devleti ekonominin merkezi haline getirmek çok temel bir yanlıştır. Piyasayı ne kadar -devlet dahil- tekelleşmiş yapılardan arındırıp serbest rekabetin alanı haline getirirseniz gelir dağılımının -zaman içinde- düzelen bir trend içine girdiğini görürsünüz.
İçinde bulunduğumuz sistemin yakın tarihi bunun örnekleriyle doludur. Mesela ikinci savaş sonrası New-Deal dönemi bir bakıma, eskinin monopol ve oligopol yapılarıyla mücadele dönemidir de... Bunlarla kararlı bir şekilde mücadele etmeden yeni olanı ve daha adil olanı inşa edemezsiniz.
Gerçekten doğru işleyen ve fiyatlamadan kaynak dağılımına kadar azınlığın değil, üreten çoğunluğun lehine olacak bir piyasanın ilk koşulu ne olmalıdır diye sorulduğunda, benim aklıma gelen ilk cevap şudur: Piyasaya girişler ve çıkışlar sonsuz serbest olmalıdır. Örneğin devlet olsun, özel olsun tekellerin hakimiyetindeki bir piyasa zaten gerçek anlamda bir piyasa değildir ama bu “piyasaya” hem girişler hem de çıkışlar ancak hakim azınlığın izniyle olur.
Böyle olunca, kaynakların rekabete uygun ve etkin dağılımı mümkün olmaz, bu olmayınca oluşan fiyatlar da doğru olmaz, sonuçta gelir dağılımının gittikçe bozulduğu bir ekonomiyle yüz yüze geliriz. 21. yüzyılda Kapital kitabının yazarı Thomas Piketty bunu r>g formülüyle ifade eder. Bunun anlamı şudur: (Tekelleşmiş) sermayenin yıllık getiri oranı -kâr, faiz, vb olarak- üretim ve üretenlerin yıllık ortalama gelirlerinin sürekli üstündedir.
Yani sermaye, büyümeden daha hızlı büyür ve piyasayı boğar. Bu, krizlerin de temel nedenidir, bu boğulmuş piyasalar bir müddet sonra kriminal yapılara teslim olurlar.
Kriminal bir yapı
Şimdi Türkiye’de iki gündür yargının bir holdinge kayyum ataması konuşuluyor. Mahkemenin kayyum atamasına gerekçe olan bilirkişi raporuna baktığınızda sizi dehşete düşüren kriminal bir tekel hikâyesi var. Ama bunun ötesinde küresel boyutta bir kirli para trafiğiyle de karşılaşıyorsunuz. Ama bitmiyor; bu kirli para trafiği, savcının iddiasına göre, uzun süredir devleti tehdit eden bir terör örgütüne de dayanıyor ve orayı besliyor.
Şimdi böyle bir yapıyı siz ekonominin içinde bu şekilde tutmaya çalışırsanız bu şu demektir; “Türkiye ekonomisi kriminal yapıların at koşturduğu, istediklerini yaptığı bir alandır; bu piyasaya yalnız onların izin verdiği girebilir...
Üstelik bu yapılar, öyle güçlü hale gelmişlerdir ki bunları piyasadan çıkaramazsınız.” Yani Türkiye ekonomisi yalnız kriminal tekellerin girip hiç çıkmadığı sakat -piyasa olmayan- bir piyasaya mı teslim edilecek, yargı bu gerçeği görüp -eskisi gibi-yalnız seyredip-tam aksine- bunun yolunu mu açacak? Hayır tabii ki...
Bu cumhurun artık kimsesi var... Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun!