Türkiye’nin, 1 Kasım seçim-leriyle tarihi bir fırsatı yakaladığı, sanıyorum tartışmasız genel kabul gören bir tespit. Ama burada, açık söylemek gerekirse, bu fırsatı nasıl değerlen-direceğimiz esaslı bir tartışma konusu.
Aslında ekonominin yolu konusunda yapılan/yapılacak olan tartışmalar ve buradan çıkan sonuç, diğer alanları da belirleyecek önemde...
Örneğin siz ekonomide “Bize öyle yol, strateji falan gerekmiyor, küresel ekonomiye doğrudan entegrasyonun gereklerini yapalım, bunun için de kendimize bir çıpa belirleyip, reformları buna göre yaparak ekonomide karar alıcı kurumları tam olarak dışarıya entegre edelim” gibi bir şey söylerseniz, savunma sanayiinde, “Tank motoru yapacağım, insansız hava araçları ve füze savunma sistemlerinin yazılımını milli olarak geliştireceğim”diyerek ortalığa çıkamazsınız. Eğer bu ikisini aynı anda söylüyorsanız kendinizi de milleti de aldatıyorsunuz demektir bu...
Yine aynı şekilde mesela Washington Uzlaşısı’nın, çok hızlı tarih olmuş dayatmalarını hâlâ para ve maliye politikası sanıp, bunun üzerinden ekonomiyi yöneteceğinizi sanıyorsanız, enerji alanında, son beş yılda yaptıklarınızı unutacaksınız. Musul-Kerkük’ten -yani misak-ı milli’den- Lozan’dan sonra bir kez daha vazgeçerek, Irak Kürt Yönetimi ile yaptığınız bütün anlaşmaların üstünü çizeceksiniz. Enerji borsası kuracağım iddiasını, İstanbul’un finans merkezi olma iddiasıyla birlikte gömeceksiniz. Marmaray’ı, Boğaz’ın altından geçen fantastik bir lunapark oyuncağı olarak yarım bırakacak ve “Bakü-Tiflis-Kars gibi demiryolu projelerinin Marmaray ile ne alakası olabilir; o, İstanbul metrosu zaten”diyeceksiniz. Ama daha çarpıcı olanı söyleyelim; Türkiye, 2011 kapsayıcı büyümesinden sonra, 2012’de yaptığı gibi, IMF gibi kurumların dayatmasıyla faize ve ranta dayalı sermaye girişleriyle ayakta duran neoliberal düşük büyüme yolunda devam ederse, ne yeni anayasayı yapabilir ne de kendi iç barışını sağlayabilir.
Mikroplar ve hastalar
Bu anlamda, Türkiye’nin 2023 hedefleri yalnızca ekonomik hedefler değildir; çok açık siyasi hedeflerdir ve bu hedeflere, ancak milletin verdiği güçlü desteği tartışmasız iradeye dönüştüren bir siyasi liderlikle ulaşılabilir.
Türkiye’nin yüzde 2 ya da 3 büyüme oranlarıyla nereye toslayacağını bize 2012-2015 süreci gösterdi. Ekonomide böyle devam edelim, bir değişikliğe gerek yok diyenler, bu üç yılda olan bitene baksın... Şunu iddia ediyorum; eğer Türkiye, 2011 büyümesinden sonra, 2012’de IMF’nin ve bugün anti-Erdoğancı olarak karşımıza dikilen küresel sermaye çevrelerinin istediği freni yapmasaydı 2013’te Gezi darbe girişimi, arkasından 17-25 Aralık olmazdı.
Bütün darbeler ve darbe girişimleri, ekonominin hastalanmaya yüz tuttuğu, büyümenin düştüğü ve buna bağlı olarak gelir dağılımının bozulmaya başladığı ve toplumun huzursuzluğunun başlangıcı olduğu dönemlerde olur.
Çok basittir; genellikle vücut direncimizin düştüğü zamanlarda hastalanırız; yorgunluk, yetersiz beslenme vb nedenler bünyeyi dışarıdan saldırılara karşı açık hale getirir; “soğuk algınlığı” denir, doğrusu zayıf düşüp “mikrop” almak olmalı bence... Devam edelim; Türkiye’de FETÖ mikrobu ne zaman başını gösterdi; 2012 büyüme düşüşünden sonra; bu zamanı kolladılar... Erdoğan’a karşı, “dışarısının” da desteğiyle “içerideki” ekonomik sıkıntıyı çoğaltıp bunları birleştirerek darbe yapacaklarını hesap ettiler.
Yine bugün PKK terörünü, kesin olarak bitirecek süreç, doğunun kalkınma sürecidir. Bu anlamda Erdoğan’ın 2008 yılında, hem IMF’yi kovması hem de çözüm sürecinin ekonomik ayağı olan Yeni GAP reformunun adımını atması tesadüf değildir. Ama o zaman, Erdoğan’a “Yanlış yapıyorsunuz, IMF ile 20. Stand-By’ı yapalım, üstelik GAP’a 30 milyar bütçe ayırmak yanlış, bütçe dengeleri altüst olur” diyenler aynı kişiler ve çevrelerdi. Ancak bu adımlar, bu çevreye rağmen, atıldı ve hem AK-Parti hem de -dolayısıyla- Türkiye kazandı. Daha doğrusu, Türkiye’nin yolunun ne olması gerektiği ortaya çıktı.
İsim tartışmayacağız!
Şimdi Türkiye, ekonomide, hiç tereddütsüz, 2008’de Erdoğan’ın başladığı yerden yeniden başlayacak. Burada en gereksiz tartışma isim tartışmasıdır.
Stratejiyi ve bunun teorisini, pratiğini tartışmamız gerekir.
Kapsayıcı bir büyüme, adil gelir dağılımı, ranta ve faize değil, üretime ve katma değer önceliğine dayalı bir kalkınma ekonomisi doğru yoldur. Para politikasından maliye politikasına, özelleştirme anlayışından teşvik sistemine ve ekonomiyle ilgili kurumların, bu anlayışla, yeniden yapılanmasına kadar, seçmenin verdiği birçok ev ödevi yeni hükümeti bekliyor.
Ancak bu yolla 2023 hedefleri doğrultusunda güçlü adımlar atarız ve seçmenin teslim ettiği iradeyi -hakkıyla- kullanabiliriz.