Bütün bu toz duman arasında, bize geleceği anlatan, çok önemli gelişmeleri de atladığımız oluyor. Sarıyorum 2008 krizinin en önemli sonuçlarından birini geçen hafta yaşadık. Brüksel’de yapılan AB liderler zirvesinde İngiltere, AB’ye üyelik koşullarında yeni bir anlaşmaya vardı. Daha doğrusu, buna anlaşma denemez, İngiltere Başbakanı Cameron’un basın toplantısıyla duyurduğu yeni yol haritası, 23 Haziran’da yapılacak AB üyeliği için tamam mı devam mı referandumunu da içeriyor.
Cameron, hükümetin resmi tutumunu AB içinde kalınması olarak açıklıyor ama İngiltere’nin AB içindeki yolu bundan sonra “özel statülü” üyelik olacak.
Bu, esasında yalnız Birleşik Krallık ile AB ilişkisini ve bu bağlamda AB’nin geleceğini belirleyecek basit bir anlaşma değil. Bu adım AB’nin, AB Anayasası ile nihai hukuki ve siyasi bütünlüğe ulaşması konusunu da çok ciddi sorgulanmasını gündeme getireceği için esasında bir paradigma değişimi olarak da değerlendirebilir. Aslında bu referandum, AB üyeliği konusunda İngiltere’nin yapacağı ikinci referandum olacak. 1974 yılında İşçi Partisi, seçim bildirgesinde söz verdiği üzere, ülkeyi 1975 yılında referanduma götürmüş ve İngiltere o yıl yüzde 67 evet oyuyla birlikte kalmıştı. Şimdi İşçi Partisi AB’de kalmaktan yana. Muhafazakâr Parti ise, 1957 yılına dönmüş gibi. Bilindiği gibi 1957 yılında Roma Anlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olarak ortaya çıkan AB sürecini İngiltere, kendi gücünü aşacak bir oluşum olarak görmüyordu ve buraya katılmaya pek sıcak bakmadı. 1963 yılında artık bir imparatorluk olmadığını fark ederek birliğe katılmak istedi ama Fransa’nın vetosuyla karşılaştı. İngiltere’nin 1967’deki başvurusunu da veto eden Charles de Gaulle, İngiltere’nin ekonomik ve siyasi olarak tam bütünleşmiş bir AB fikrine karşı olduğunu her fırsatta söylerdi.
AB genişlemesi?..
Sanıyorum bugün De Gaulle’ün ısrarla savunduğu bu tez doğrulanmış oluyor. Muhafazakâr Parti, göçmenlerin ve özellikle Doğu Avrupa ülke vatandaşlarının İngiltere’deki çalışma ve sosyal güvenlik koşullarını ağırlaştıran koşulları kabul ettirdi. Hiçbir zaman euro sistemine geçmeyeceklerini de ısrarla söyledi. Bütün bunların tek anlamı var; İngiltere, AB’nin tam siyasi bütünleşme hedefini belirsiz bir tarihe erteledi. Dolayısıyla, bundan böyle AB’nin genişleme süreci ve Türkiye ile ilişkileri de çok farklı bir seyir izleyecek. Filli olarak, İngiltere anlaşması, Birliğin içine alamayacağı kadar büyük ülkeler için bir özel statü konumu getiriyor. Bu, bir rezerv para olarak euro’yu da etkileyecek bir adım. Muhtemelen Türkiye’nin tam üyeliği de para birliği dışında gerçekleşecek ki böyle bir başlangıç Türkiye için de tercih edilebilir bir opsiyon olacak. Öte yandan İngiltere’nin, “daha fazla siyasi birlik” prensibinin dışında olduğunun anlaşmada altının çizilmesi de çok önemli bir ayrıntı. Burada AB’nin, para birliğinden sonra, ikinci temeli olan yasama gücünün birlikten bağımsızlaşması yani parlamentoların ulusal erkinin korunması temel alınıyor. Bu durumda AB, İngiltere örneği için yalnız malların ve sermayenin serbest dolaşımını öne çıkaran bir yarı ekonomik birlik oluyor fiili olarak. Burada dikkat ederseniz, emeğin-işgücünün serbest dolaşımı yok- çünkü başta Ortadoğu’dan ve Afrika’dan gelecek göçmenleri bırakın AB’nin kendi üyesi olan Doğu Avrupa ülkeleri için bile İngiltere deneyimi ciddi kısıtlar getiriyor ve birlik projesinin temelini dinamitliyor.
Ortadoğu stratejisi
İşte tam burada İngiltere’nin bugünlerde başta Suriye iç savaşı olmak üzere, Ortadoğu dinamiğine ve buradaki enerji-pazar paylaşımına nasıl baktığına gelebiliriz. Çünkü İngiltere, şimdilerde Almanya gibi merkez Avrupa ülkelerinin kâbusu olan mülteci akınının artarak süreceğini ve bunun önce Türkiye’nin sonra da AB’nin bütün ekonomik-siyasi dengelerini bozacağını öngörüyor. Hatta şunu söyleyebiliriz, öngörmüyor, bunun böyle olmasını istiyor. Biz şimdi bütün bu olan bitenin oyuncusu olarak ABD’yi, Rusya’yı falan konuşuyoruz. Ama tam burada şu yakın tarihte en çok tekrar edilen bir reel-politik kalıbını tekrar edelim: Dünya siyasetinin stratejisi Londra’da, bu stratejinin taktik evreleri ve operasyonların detayları Washington’da belirlenir. Evet, zaten 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam eden sömürgeci birikim sürecinde hem strateji hem de taktik evreler Londra’da belirleniyordu. 2. Dünya Savaşı sonrası devreye Washington da girdi. Bütün bu süreçte hem Çarlık hem de Sovyet dönemi için söylüyorum, Rusya yalnız bu oyunu kolaylaştıran ve kullanılan bir kol gücü oldu. Şimdi de öyle...
Özetle; İngiltere’nin referandum adımı yalnız onun AB stratejisini açık etmedi, Ortadoğu ve Kafkasya hatta Afrika stratejini de ortaya çıkardı. İngiltere, AB’nin krizden çıkamayacağını öngörüyor. Bunun temel nedeni de AB’ye yönelik mülteci akını ve buna bağlı gelir dağılımı bozulması. Bu bakış açısı aynı zamanda, istikrasız bir Türkiye öngörüsü demek. Ancak, hiç şüpheniz olmasın ki Türkiye bu öngörüyü boşa çıkaracaktır.