Sanıyorum artık pek dönecek yer kalmadı; ABD ekonomisiyle ilgili elde edilen verilerin gerçekleri pek yansıtmadığı çok konuşulan bir mevzu ama “Ne yani? Çin Komünist Partisi kaynaklı veriler daha mı doğru sanki?” gibi bir itiraz duyduğunuzda da önünüze geleni kabul etmek çok da rahatsız edici olmuyor. Ama hayat başka tabii; iktisadi faraziyelerin kaynağı olan istatistikler hayatın ağacı kadar yaşamın kendisini anlatmıyor hatta bazen hiç anlatmıyor.
Bunun için Goethe, Faust’ta şunu söyler: “Kurşunidir aslında teori, oysa yemyeşildir yaşamın altın ağacı” Ruhunu şeytana satan Faust, hayattan öylesine zevk aldığını sanmaya başlar ki, zamana “Dur, geçme” diye de seslenir. Mustafa Özel, Goethe’nin 19. yüzyılın en büyük iktisatçısı olduğunu, onun derinliğine Adam Smith’in, David Ricardo’nun ve Jonh Stuart Mill’in ulaşamadığını söyler. Katılmamak mümkün değil, hatta daha da ileriye gidelim; kapitalizmin gelmiş geçmiş en sağlam eleştirisini yapan Marx bile sistemi ve onun ürettiği liberalizmi, insanın insanlıktan çıkıp birey olmasını Goethe kadar derinlemesine eleştiremez.
Yaşamın anlamı maddi gücü elde etmektir; bunun yolu da bilgi ve paradan geçer. Bunun için yaşam belki bir “altın” ağaçtır ama yeşildir yani gerçektir ve canlıdır.
Tabii ki Faust’un dünyasında insana ait pek bir şey yoktur; o her şeyi alıp satabilir; ruhunu bile... Ruhunu satan için “olması gereken” diye bir şey yoktur yalnız olan ve biten vardır; olan ve bitene hızla uyulur ve bunun üzerinden pozisyon alınır. Bunu yapamadığınız zaman sistem sizi kusar, yani dışarı atar.
Gerçekte olanlar
Şimdi bakıyorum da, şu büyük krizi atlatmış gibi yapmak, Faust’un raconuna ters bir durum. Çünkü olan biteni değil, olması gerekeni görüyorsunuz ve olması gerekene göre pozisyon alıyorsunuz. Bugün ABD’den gelen “şüpheli” veriler de sizi yanıltırsa, teorinin gri dünyasında, gerçeklikten koparsınız.
Neyse ki sistemin Faust’ları hâlâ var; örneğin Faust gibi davranmak zorunda olan bankalar, yatırım fonları yalnız şüpheli verilerle ve teorinin grisiyle yetinmiyor. İşte bunlardan biri olan JP Morgan bir çalışma yapmış ve bu çalışmada geliştirilen ekonometrik modele göre, ABD ekonomisinin 2017 sonuna kadar resesyona girme ihtimali yüzde 67’ye ulaşıyor ancak ABD’nin önümüzdeki üç yıl içinde duvara toslama yani resesyona girme ihtimali yüzde 92... JP Morgan’ın yaptığı çalışma, esasında çok bilinen bir gerçeği güncelliyor ve krizin esas kaynağına işaret ediyor: Başta geleneksel sektörler olmak üzere, kâr oranları hızla düşüyor ve merkez bankaları marifetiyle bu durumu telafi etmek üzere sağlanan finansallaşma ortalığı ısıttığı için veriler “şüpheli iyi” geliyor.
JP Morgan, Faust olmanın gereğini yapıyor ve gerçeği söylüyor ama teorinin grisine saplanan merkez bankaları ve onların çaresiz ideologları, ruhlarını çoktan şeytana satmaya hazırlar ama bunu bile yapamıyorlar.
Peki, bu Faustvari yalın gerçekliğin siyasi sonuçları ne olabilir; bizim şu an yaşadıklarımızı bir parça açıklayabilir mi? Şüphesiz evet; öncelikle Fed de teorinin grisinin içinde kaybolmayacak gerçeği kabul edecek ve 1995’te Clinton, Greenspan ikilisinin yaptığı hatayı yenilemeyecek; yeni doları gereksiz revalüe edecek yüksek faiz sarmalına ilk önce ABD ekonomisini, sonra da dünyayı sokmayacak. Bunun siyasi anlamı şu; ABD, başta dış ticaret açığı olmak üzere, bütçe ve yatırım-tasarruf açıklarını senyoraj egemenliğiyle de değil de ihracat ve sermaye ihracı rasyonalitesiyle kapatmaya çalışacak. Bu, doların orta vadede gereksiz değerli devam etmeyeceği anlamına geliyor; yani düşük faiz yolculuğu çaresiz sürecek. Bunun sonucu, ABD’nin dünyanın jandarması rolünü bırakmaya başlaması ve dünyanın stratejik alanlarında yeni denge üsleri kurmasıdır.
Pasifik ve Türkiye...
Bunu Pasifik’te Çin ve Japonya ile yapmaya çalışıyor. Ama işi çok zor; çünkü Çin’i bir kenara bırakın, Japonya da artık 2. Dünya Savaşı’nın paradigmasını ve buna bağlı ABD dayatmalarını kabul etmiyor. Şinzo Abe böyle bir Başbakan ve bir bakıma Japonya’nın Erdoğan’ı. Japonya, şu sıralar kendisini savunma gibi stratejik alanlarda bile sınırlayan anayasasını değiştirme adımları atıyor. Bundan dolayı “The Economist” dergisi Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yaptığını Abe’ye de yapıyor. “Abenomics” kavramı da “Erdoganomics” gibi The Economist kaynaklı.
ABD, buna bağlı olarak, tıpkı Pasifik’te olduğu gibi, Rusya, İran ve Türkiye’yi kontrol etmeye çalışacak. Kimi zaman örtülü ittifak yapacak, kimi zaman çatışacak. Buradan iki önemli sonuç çıkıyor; birincisi, ABD için Rusya ne kadar işbirliği yapılması gereken ya da rekabet edilmesi gereken bir ülkeyse Türkiye de artık böyledir. Farklı yönelimler olabilir ama bu yönelimler, eskiden olduğu gibi, doğrudan müdahalelere yol açmayacaktır.
İkinci önemli sonuç, Türkiye, gelecekteki refahı, güvenliği, bütünlüğü için, şimdiye kadar kendisini içinde saydığı “ittifaklardan” bağımsız değerlendirme yaparak adım atmalıdır ki, zaten öyle yapıyor. Bu, bir ilk mi; evet ama egemen bir ülkenin yapması gereken de bu... ABD, YPG gibi spesifik bir konuda olduğu gibi daha genel bir konuda Türkiye’den, çok farklı bir çizgi izleyebilir. Bu, Türkiye’nin çıkarlarıyla çelişirse Türkiye’yi çok bağlayan bir durum olmaz; YPG meselesinde olduğu gibi... Peki, buradan topyekun bir savaş çıkar mı; sanmıyorum. Sistemin böyle bir altüst oluşu kaldıracak durumu yok.
Not: Bir müddettir, çalıştığım kurumun da ismi geçirilerek, şahsıma yönelik, artık meczup seviyesine düşmüş bir şahsa hakarete varan yazılar yazdırılıyor. Tabii ki ipe sapa gelmez bu yazılara cevap vermeyeceğim. Ama günümüzün Faust’larının kullandığı bu meczupları da tanıyalım. Meczup olduğunun farkına varana kadar ciddiye alabilirsiniz zira.