Bu yıl Nobel Ekonomi Ödülü’nü alan Angus Deaton, Klasik İktisat Teorisi’nin memleketi sayılan İskoçya asıllı ama ABD’de Princeton Üniversitesi’nde çalışıyor.
Klasik iktisat teorisinin temeli, Adam Smith’in 1776 yılında yayımladığı Ulusların Zenginliği kitabına dayanır. Klasik iktisat teorisi, üretim, işbölümü, verimlilik, uluslararası ticaret gibi temel iktisat alanlarına dayanır.
John Stuart Mill’in öldüğü 1873 yılını, klasik iktisadın teorik temellerinin tamamlandığı yıl kabul edersek, yüzyılı aşan bir zaman diliminde olgunlaşan bir sosyal bilim okulundan bahsetmiş oluruz.
Bu okul, sanayi devriminin üretim, paylaşım ve ticari anlatısıdır aslında...
Klasik iktisat, zenginliğin (sermayenin) kaynağını üretim olarak tespit eder. Smith’te emek verimliliği ve bunu sağlamak için yapılacak -doğru- işbölümü refahın temelidir. Smith’e göre zengin topraklar üzerinde yaşayan uluslar eğer, emek verimliliğini sağlayamazsa bu zenginlikleri bir işe yaramaz ve fakir kalırlar, tam aksi olarak, fakir (verimsiz) topraklar üzerinde yaşayan bir ulus, eğer emek verimliliğini sağlarsa ve ihtiyacından daha fazla mal üretip bunu diğer uluslara satarsa zengin olur.
Ulusların Zenginliği...
Tabii ki “mesele” bu kadar basit değildi. Sanayi devriminin ve ondan önceki merkantilist yağmanın temel ülkesi İngiltere’den bakınca bu teori, tartışmasız klasik iktisadın temelini oluşturdu. Klasik iktisat, emek verimliğinin -dolayısıyla zenginliğin- hangi çalışma koşullarında sağlanacağını, insani olarak, sorgulamadığı gibi, toprak zenginliği olmayan bir ülkenin emek verimliliği (yağması) ile ürettiği ve ihtiyacı dışında olan malları, bunları üretemeyen -sanayileşemeyen- ülkelere, hangi koşullarda-hangi fiyat mekanizmasıyla satacağını, sanayileşemeyen ülkelerin çıkarlarını öne alarak, sorgulamadı.
Ancak işin özü buydu; yani sermaye, içeride acımasız bir emek yağması, dışarıda ise, haksız bir kaynak aktarımına bağlı olarak büyüyordu.
Toprak zenginliği olan, geri kalmış ülkelerden ucuz maden, enerji ve hammadde sanayileşmiş ülkelere geliyor, aynı sanayileşmiş ülkelerde ucuz emekle, pahalı mamul mala dönüşüyor ve sanayileşmemiş ülkelere satılıyordu.
Bu mekanizmayı istediğiniz kadar süsleyebilirsiniz, finansı, bir yığın dış ticaret teorisini, siyaseti hatta diplomasiyi buraya boca edebilirsiniz ama işin özü bu temel iktisadi çevrim olmuştur.
Ulusların değil ama gelişmiş ulusların zenginliğinin kaynağı budur. Bu temel işleyiş, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren değişmeye başladı. Gelişmiş ülkeler, Smith’in teorisi gereği, daha fazla emek getirisi için, üretimi emeğin görece ucuz olduğu güneye ve doğuya kaydırdılar, mesela Çin, böyle dünyanın fabrikasına dönüştü. Dolayısıyla, dünyanın yoksulları, yalnız doğal zenginliklerini değil, emek zenginliklerini de Batı’ya ucuza vermeye başladılar.
Ama bu sürdürülebilir değildi, sistem en zayıf halkalardan patlamaya başladı. Afrika, Ortadoğu yalnız kendi iç savaşlarını değil, kendi yoksulluklarını da terör olarak gelişmiş dünyaya ihraç etmeye başladı. Var olanı sürdürmek isteyenler de bu terörü yeniden inşa ettiler ve kullandılar. Bugün mülteci sorununun da, terör örgütleri sorununun da temel tarihi-iktisadi kaynağı budur.
Deaton Paradoksu ve Türkiye
İşte 2015 Nobel Ödülü’nü alan Angus Deaton, klasik iktisatçılar gibi, üretimi değil, çağdaşları gibi tüketimi inceleyen bir iktisatçı. Çünkü hakim iktisat, temel üretim mekanizmasını değiştirmek istemez. Böyle olunca tüketimi ele alırsanız ve bunu düzenleyen teorileri geliştirirseniz makbul iktisatçı olursunuz Deaton gibi... Deaton, bir paradoks ortaya atıyor, diyor ki; geniş kitlelerin gelirlerini, kemer sıkma diye anılan programlarla hızla düşürürseniz bu, harcamaları aynı oranda düşürmez. Zaten düşük gelirliler, yaşayabilmek için en azla yetinmeye çalışırlar burada pek marj yoktur, ikincisi tüketim bir ideolojidir ve bundan kolay vazgeçilmez, gereksiz borçlanırlar. Her iki durumun, toplumsal patlamalara yol açacağını söylemek içinse iktisatçı olmaya gerek yok.
Türkiye için Deaton Paradoksu zaten çalışıyor. Türkiye’de yanlış bir uygulama olarak, enflasyonu, cari açığı düşürmek için tüketim vergileri, gereksiz kredi kısıtları (üretim alanı için de) yüksek faize dayalı sıkı para politikası çerçevesi “makro ihtiyatı tedbir” ne demekse- adı altında uygulanıyor. Bunun iki sonucu var -Deaton Paradoksu gereği- halk tüketimden vazgeçmiyor; ilkönce tasarruftan vazgeçiyor, sonra da cezasını siyasete kesiyor. Hatta sokak ve radikal çözümler devreye giriyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2008’den beri bunu vurguluyor ve Türkiye’yi bu paradigmanın dışına çıkarmaya çalışıyor. Türkiye’deki kavga biraz da bunun kavgasıdır.
Sonuç olarak, bu büyüme modeli değişmezse, Deaton Paradoksu gereği- Türkiye’nin daha başı çok ağrır...