Cansen Erdoğan (Avukat – Yazar)

Cansen Erdoğan (Avukat – Yazar)

cansen@leburo.com

Tüm Yazıları

Geçtiğimiz haftanın en önemli etkinliklerinden biri de Gazi Koşu’suydu! Bu yıl 99.’su düzenlenen koşu için hazırlıklar aylar öncesinden başlamıştı. Öyle koşu deyip geçmeyin,

hem verilen ödül hem katılım oranı hem de cemiyet hayatının en prestijli organizasyonlarından biri olan Gazi Koşusu, atçılık dünyasının derbisi olarak kabul ediliyor.

Gazi Koşusu’nun başrolü, şüphesiz Mustafa Kemal Atatürk’tür. Yarış, adını Cumhuriyet’in kurucusu Gazi Mustafa Kemal’in unvanından alıyor ve onun at yarışçılığına verdiği değeri simgeliyor. Zaten Gazi’nin fotoğrafları ile dolu hipodromda, binlerce kişi tarafından söylenen İstiklal Marşı sırasında, insan gözyaşlarını zor tutuyor.

Haberin Devamı

Gazi Mustafa Kemal, 1926 yılında, "Yüksek Yarış ve Islah Encümeni"ni kuruyor ve ülkede at ırkının geliştirilmesi, dağınık halde yapılan yarışlara bir düzen getirilmesi için çalışmalar yaptırıyor. Encümen, at yarışlarının gelenek haline gelmesi fikriyle her yıl tekrarlanacak bir koşu programı hazırlıyor ve tarih 1927'yi gösterdiğinde Avrupa’dan getirilen safkan İngiliz yarış atlarıyla birlikte ilk at yarışı düzenleniyor. Yarışın yapılacağı yer olarak da Ankara’da Bahçelievler'e giden yol üzerindeki Tayyare Meydanı seçiliyor. Yaaa o zamanda o şartlar dahi bu yarış için ne kadar özeniliyor; Bir pist inşa ediliyor! Etrafına ahşap tribünler, tartı yerleri, gişeler, jokey soyunma odaları ve atların gölgede tutulması için askeri çadırlar kuruluyor. İlk Gazi Koşusu, 3 Haziran 1927 tarihinde yapılıyor ve Ali Muhittin Hacıbekir Bey'in "Neriman" adlı atı birinci oluyor. Bu bilgiyi saklayın, bilgi yarışmalarında falan lazım olabilir; Neriman, Gazi Koşusu ‘nu kazanan ilk safkan olarak tarihe geçiyor!

Büyük ilgi çeken yarışın şartları 1932 yılında değiştiriliyor. Buna göre yarışa yalnızca üç yaşlı erkek veya dişi İngiliz taylarının katılmasına izin veriliyor. Mesafe de 2.000 metreden 2.400 metreye çıkarılıyor. Bu değişikliklerle Gazi Koşusu, İngiltere’nin ünlü Royal Ascot yarışına eşdeğer bir “klasik” yarış oluyor. Gazi Koşusu, 1936’da açılan Ankara Yeni Hipodromu’nda koşulmaya devam ediyor ancak 1968 yılında İstanbul Veliefendi Hipodromu’na taşınıyor. 1970 yılından beri de Gazi Koşusu birincisine ünlü heykeltıraş Şadi Çalık’ın, Atatürk’ün at üzerindeki som gümüş heykeli armağan ediliyor.

Haberin Devamı

Gazi Koşusu'na katılmak da o kadar değil yalnız! Bu koşuya katılmak isteyen 3 yaşlı İngiliz taylar, aynı yıl içerisinde topladıkları handikap puanlarına göre belirleniyor. Yıl içinde düzenlenen belli grup yarışlarında elde edilen dereceler, grup yarışlarında toplanan handikap puanları, yarış uzmanları ve handikaperler tarafından değerlendiriliyor, sonunda 22 at Gazi Koşusu’nda yarışmaya hak kazanıyor. Ama asıl bu yarışı diğerlerinden ayıran en önemli özellik, üç yaşlı safkan İngiliz taylarının yarış hayatlarında yalnızca bir kere koşabilmeleri! Bu da bir atın, bu yarışa sadece tek bir sefer katılma hakkı olması demek!

Gazi Koşusu’nda birçok rekora da imza atılıyor elbet ama bence en önemlisi bugün dahi hala kırılamamış olan 1996 yılında düzenlenen 70. Gazi Koşusu'nda, Özdemir Ataman’a ait Bold Pilot isimli atın kırdığı rekor! Bold Pilot, 2400 metreeyi 2.26.22 ile geçerek yarış tarihinin en hızlı atı ünvanını taşıyor. Öyle kısa sürdüğüne falan da bakmayın, altında 500-600 kiloluk atlarla neredeyse uçacak kadar hızlı giderek can pazarında olan jokeylerin de işi kolay değil!

Haberin Devamı

 Yarışın maddi boyutu, ödülün yüksekliği başka konu ama önemli olan sahip olduğu prestij ve önem! Bu yarışa katılmak hele de kazanmak büyük bir onur ve şeref!

Üstelik cumhuriyetin ilanından beri halen devam eden, kadınların şapka ile katıldığı tek etkinlik!

Kendimiz Avrupalı gibi hissettiğimiz kısacık zaman diliminde, şapka ile katılma konusuna da ister görmemişlik deyin ister delilik bence şahane bir özellik!

Velhasıl diyeceğim o ki bir kez dahi olsa Gazi Koşusu keyfini yerinde çıkarın!

Ve dikkat edin hem pistte hem hayatta,

Yanlış ata oynamayın!

……………………………*……………………………….

AZMİN HİKAYESİ

Yalnız kabul edelim, sosyal faaliyetlerin, havalı organizasyonların, dünyaca ünlü etkinliklerin adresi hiç kuşkusuz İngiltere! Adamlar 5 çayına da damgalarını vurmuş, at yarışlarına da tenis turnuvalarına da! Hem de öyle böyle vurmak değil, dibine kadar kalite dibine kadar karizma!

Ben Gazi Koşusunda hangi ata kupon yatırayım, hangi şapkayı takayım derdindeyken kilometrelerce ötede, üzerinde güneş batmayan ülkede dünyanın en büyük tenis turnuvalarından biri düzenlendi.

Wimbledon Tenis Turnuvası, sadece İngiltere’nin değil tenis sporunun en eski ve en prestijli turnuvası! 1877 yılından beri, İngiltere'nin başkenti Londra'da her yıl haziran ayının son haftasında başlayan ve 2 hafta süren turnuva, çim kortta oynanan tek Grand Slam turnuvası olma özelliğini de taşıyor. Ben de yazın kendini iyiden iyiye hissettirdiği şu günlerde, klimanın karşısına oturmuş, tüm dünya ile birlikte televizyonda maçları izlerken gözüm bir anda seyirciler arasındaki tanıdık simalara takıldı. Tenis tarihinin en ünlü en ikonik kardeşleri, Venüs & Serena Williams’a!

Biz onları, siyahi tenis oyuncuları olarak tanıdık, hırslarına- güçlerine hayran kaldık, tarzlarına- inatlarına şaşırdık. Ama aslında görünenin altında, özel bir hikâye var ki tam alkışlık!

Yıl 1980! Maddi durumu pek de iyi olmayan, evini geçindirmek için var gücüyle çalışan Richard Williams, bir gün televizyonda Romanyalı bir tenisçinin tenis turnuvasında 40.000 dolar kazandığını görür. Meblağın büyüklüğü onu iştahlandırır çünkü onun 1 yılda kazandığından çok daha fazladır. Kafasında şimşekler çakar bir anda, kapatır televizyonu ve 78 sayfaya yazdığı planını yapar. Plan, son derece tuhaftır- çocuklarını tenisçi yapacaktır. Tuhaflık da şuradan geliyordur, birincisi henüz çocuğu yoktur, ikincisi de tenis hakkında hiçbir şey bilmiyordur.

Bir zaman sonra eşi hamile kalır ve art arda 2 kızı olur. Kızlar büyürken o da 5 yıl boyunca tenis dergilerini okur, tenisle ilgili kasetler izler, hareketleri öğrenir. Tek başına, bir hoca bir koç desteği olmadan tenis ile ilgili her şeyi hatmeder. Önce Venüs’ün, ardından Serena’nın eline birer raket verir ve hikâye başlar! Zengin kulüplerden yere atılan eski topları toplar, halka açık, son derece harabe ve kalabalık kortlarda antrenman yaptırır kızlarına. Kalabalık kortlarda, kortu terk etmek istemediği için çeteler tarafından dövülür hatta dişleri sökülür. Öyle azimlidir ki, “Tarih, dişsiz bu adamı, cesaretin simgesi olarak hatırlayacak,” diye yazar, planlarını yazdığı o sayfalara!

Onca ters giden şeye, olumsuzluğa rağmen asla pes etmiyordu Richard Williams!

Tenis, beyazların, zenginlerin sporu, siz siyahi bir ailesiniz, vazgeç diyenlere kulak asmıyordu.

Yıllar sonra, takvimler 2000 yılını gösterirken Wimbledon’da genç, siyah, güçlü bir kadın korta çıktı, tribüne baktı ve babasına el salladı. Venüs Williams, ilk Grand Slam turnuvasını kazandı!

Ardından kardeşi Serena, dünyaya selam vermeye hazırdı.

Serena 23, Venüs ise 7 Grand Slam Şampiyonluğu ile tenis tarihine damga vururken babaları Richard Williams, kızlarını gözyaşlarıyla alkışlıyordu.

Boynuna onlarca madalya takılmış bu hikâyede esas olan, alaylara, ırkçı laflara, acımasız kıyaslara katlanan iki kızına inanmayı ve savaşmayı öğreten babanın niyeti!

Babaları onlara, ‘Bir gün Wimbledon’ı kazanacağız ve bu bizim için olmayacak. Amerika’nın yoksulları ve unutulmuşları için olacak!’ demişti!

Bugün milyonlarca küçük çocuk, tenise gönül vermiş genç biliyor ki bir gün kazanmak mümkün!

Çünkü bir baba, onlar daha doğmadan, hayalleri bile yokken onlar için hayal kurmaya cesaret etti!

……………………….*………………………

DUYGULAR ŞELALE

Mezuniyetler, balolar, tatil planları derken duygu dalgalanmalarıyla dolu bir dönem yaşıyorum. İçine gurur batırılmış derin bir huzur ve kocaman mutluluk balonlarıyla koşarken zamanın içinde, kaybediyorum kendimi bazen, o duygu geçişlerinde!

Böyle sorgularken kendimi, acaba ne hissediyorum diye, hepsinin cevabını buldum da mutluluk& huzur arasındaki farkta kaldım işte. Tamam ikisi de aynı aileden, birbiriniz kardeşi neredeyse ama ay değiller neticede. Etrafıma sorduğum birkaç kişi de bu soruya cevap veremeyince, masaya yatırmakta fayda var dedim ben de!

Hadi düşünelim birlikte;

Mutlu olduğunuz anları düşünün önce, sizi gülümseten, mutlu hissettiren anları!

Ve sonra da huzur veren zamanları, içinizde hissettiğiniz ferahlık veren o duyguyu- huzuru!

Yazarken buldum cevabı işte galiba;

Mutluluk bir an; yaşanır, gelir, geçer. Huzur ise bir durma, arınma, dinlenme, silkelenme hali! Mutluluk, “fiziksel” bir durumun ifadesiyken, huzur “ruhsal” bir dinginliğin içtenlikle hissedilmesi!

O zaman midenizde kelebekler uçuşuyorsa yani aşk kapınızı çalmışsa ‘mutluluk yükleniyor’ diyebiliriz mesela. O yoğun, ateşli duygu sevgiye evrilmişse, telaşlı ruh halinden sakin ve dinginliğe geçilmişse ‘huzur’a erdiniz demektir, bekleme yapmayın- ilerleyin!

Evet bence de aynı şeyi düşünüyoruz, mutluluğu gençken huzuru yaşlanınca istiyoruz. E canım kalp de yaşlanıyor zamanla, kırılıyor. Güm güm atmaya, çok hızlı çarpmaya dayanamaz sonuçta. Çok da akıllı işi değil o heyecan yüklü mutluluklar, gençlikte de akıl yok zaar! İnsan kendini kandırarak mutlu olabilir de huzur olamaz. Ama mutluluğun verdiği enerji de hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Bin beygir gücünde, dünyayı koşarak dolaşabileceğine inandırır insanı. Huzurun, dinginliği- efendiliği sakinleştirir, mutluluğunki ise delirtebilir.

Ay yaz-maz geldi, hiç derdimiz yokmuş gibi bikini-mayo stresimiz güncellendi, diyet yine hayatımızın merkezine yerleşti, benim de bu ara verdiğim tür örnekler, yemekle ilgili! Yemiyorsak cümlede de mi kullanmayalım yani! O zaman iki duygu arasındaki farkı şöyle söyleyebilirim;

Mutluluk çikolata yemek ise huzur evde yedekli olarak duran damacana suyun varlığıdır.

Dedim ya sordum eşe dosta, sizce mutluluk ile huzur aynı mıdır? Değilse neyi farklıdır diye, birisi aynen şöyle dedi; Mutluluk özel sektör, huzur devlet memurluğu! Bence cuk oturdu! Yeni boşanan bir arkadaşım da, ‘mutluluk iki kişiyle, huzur tek başına iken oluyor’ diyerek noktayı koydu.

Ben en çok, ‘huzur, mutluluğun demlenmiş hali’ tanımını seviyorum. Çay içip baştan başlama hikayesi var ya, ona bağlıyorum galiba. Çay gibi derin, çay gibi sakin!

Belki bundan birkaç sene önce olsa bu ayrımı bu kadar kolay yapamazdım. Heyecan, huzur, mutluluk, tutku tüm duygular birbirine girmiş vaziyetteydi. Büyüdükçe- tamam canım yaşlandıkça bu ayırımları daha rahat yapabiliyorsun aslında, büyük resim artık flu değil çünkü, apaçık ortada!

Kendiyle barışık olan, kendiyle hesaplaşmasını bitirmiş, arkaya bakarak değil önüne bakarak yürüyen kişi huzurlu! Küçük şeylerden keyif alıyorsan ama büyük şeylere de yönelmişsen ufkunu, yok senden mutlusu!

Karışıksa hala kafanız, bulanıksa duygularınızın dibi, unutmayın şu tarifi;

Mutluluk anlıktır, sokakta yürürken size gülümseyen çocuk gibi…

Huzur kalıcıdır, gökyüzü gibi…

………………………*…………………..

HAFTANIN EN'LERİ

Haftanın Afeti: Benim artık yazmaya utandığım, için için yandığım bir konu! Her yaz aynı manzara, aynı acılar, aynı üzüntüler, aynı çaresizlikler! Güzel yurdumun dört bir yanında başlayan yangınlar, ciğerimizi yakıyor! İzmir’in Çeşme ilçesindeki tarım arazisinde çıkıp ormana sıçrayan yangın nedeniyle 4 mahalle tahliye edildi. Yangın otoban yakınına kadar geldiği için İzmir-Çeşme otobanı, 2 yönlü olarak trafiğe kapatıldı! Ya her sene aynı ihmal, tedbirsizlik! Ülkedeki bu cehalet bitmedikçe karşılaşacağımız da hep aynı çaresizlik!

Haftanın Kazası: Hem acı hem şaşırtıcı! Eskişehir’in Sivrihisar ilçesinden, Rize-Artvin Havalimanı’na gitmek için havalanan M20J tipi tek motorlu uçak, saat 18.00 sıralarında Rize- Erzurum sınırında Kaçkar Dağları’nda kaza kırıma uğradı! 57 yaşındaki emekli elektrik mühendisi ve amatör pilot Mehmet Demirci’nin, yolcu Hicran Kaya’yı Rize’ye bıraktıktan sonra dünya turuna çıkacağı öğrenildi! Yolcu Hicran Kaya’nı AFAD yetkililerini arayarak acil çağrı yapmasının ardından olay yerine sevk edilen birimler, pilot Demirci’yi ölü, yolcu Kaya’yı ise yaralı olarak buldular. Bu tek motorlu uçak hadisesi, hep germiştir beni. Bir can’lık hakkımız olan bu dünyada riske girmeye değer mi! Ha bir de yeni bir terim öğrendik; kaza kırım, havacılıkta bir uçağın veya helikopterin kazası sonucu ciddi hasar görmesi veya tamamen yok olması demekmiş! İnşallah kullanmak zorunda kalmayız bir daha!

Haftanın Ameliyatı: Tarihi bir başarı! Çinli cerrahlar, uydu teknolojisi kullanarak 5 bin kilometre uzaktan bir hastaya robotik ameliyat yaptılar! Pekin'deki iki hasta, 5 bin kilometre uzaktaki Lhasa'dan yeni bir teknoloji olan ‘Apstar-6D' uydusu devreye sokularak ameliyat edildi. Bu sistem sayesinde ameliyat sırasında veri akışının kesintisiz sağlandığı, ameliyat sonrasında herhangi bir ciddi komplikasyon yaşanmadığı ve hastaların 24 saat içinde taburcu edildiği öğrenildi. Bence sağlık sektöründe tarihe geçecek bir başarı bu, sistem gelişirse çok şey değişir bu ülkede, diyeyim size!

Haftanın Korkusu: ‘İyi olmuş’ dedirtti! İsrail Başbakanı Netanyahu'nun oğlu Avner, 2022'de eğitim görmek için gittiği İngiltere'de ismini değiştirdiği öğrenildi! Müslüman nüfusunun yoğun olduğu bölgede "Netanyahu" soyadıyla tanınma korkusuyla ismini değiştiren Avner, İsrail'in Gazze'ye yönelik 7 Ekim 2023'te başlattığı saldırıların ardından ülkesine geri dönmek zorunda kaldı! Eeee kana bulanmış ellerinle, utançla dolaşırsın böyle! Yazık değil mi evlatlarını böyle saklanarak, korkarak dolaştırıyorsun eyyyy Netanyahu! Bırak artık bu zulmü, yazıktır- günahtır yahu!