UNESCO’nun “Yaşayan insan hazinesi” ilan ettiği efsaneyi dinledim geçende, sabaha dek...
Neşet Ertaş, İTÜ Konservatuarı’ndan fahri doktora aldığı günün akşamında ekran konuğumdu.
Çıkışta, “Seni kaçırıyoruz Can gardaş” dedi.
Unutulmaz gece, bu müjdeyle başladı.
Ustalar sofrası
Ertaş’ın “Kara suratlı” diye sevdiği Hasan Saltık, Beyoğlu’nda bir mekân kapatmıştı. Vedat Çuhadar’la birlikte gittiğimizde bağlamanın üstatlarını bir arada bulduk:
Yıllar önce Ertaş’ı terk edildiği Almanya’da ikna edip Türkiye’ye döndüren Bayram Bilge Tokel...
Ona doktora verilmesine önayak olan Erol Parlak...
“Garip” mahlaslı Ertaş’ın “Bu da benim Garip’im” dediği Cengiz Özkan...
Bağlamada da oyunculuktaki kadar yetenekli olduğunu ispatlayan Olgun Şimşek...
Genç saz erbabı İsmail Altunsaray...
Ve Hrant’ın cenazesinde üflediği duduğunu çaldıkça yüreğimizde yaralar açan Ertan Tekin...
Belki de son cem
Her biri kendi alanında birer değer olan bu genç kadro, Neşet Ertaş’ın karşısında öğrenci gibi el bağlamıştı.
Sazı onlara sevdiren adama saz çalacaklardı.
Heyecanlıydılar.
Ama onları asıl ezen, Usta’nın tevazuuydu.
El öptürmüyor, her gelene ceket ilikleyip her lafı “Saygılar sunuyorum” diye bağlıyordu.
Sigarasını yakmak isteyeni “Kendini bilen, kendine hizmet ettirmez efendim” diye reddediyordu.
Yemek bitince “Bugün benim günüm” diye lafa girdi:
“Hükümet, bana doktor unvanı verdi. Bu vesileyle toplandık. Bu cem, belki de sondur.”
“Ah İstanbul”
Buruldu herkes...
Anladı Usta...
“Cengiz gardaşımın sazını özledim” diyerek sazı Özkan’a emanet etti.
“Ah İstanbul”la açıldı gece...
O andan itibaren Olgun’un bağlaması saatlerce elden ele gezdi; her elde bir başka çınladı.
Cengiz Özkan’da Veysel’i andı; Olgun’da “Otur baştan yaz beni” dedi; Bayram Bilge’de “Nalbur”un türküsünü söyledi. Erol Parlak’ta bozlak olup inledi.
Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Âşık Daimi, Âşık Mahsuni, birer birer yad edildi.
Dem bu dem
Usta, hepsini kapalı gözlerle ve dikkatle dinledi.
Kiminde “Gün bugün, dem bu dem; hadi ruhunuzu dökün ortaya” diye kadeh kaldırdı.
Arada “Hadi ellerimizi çırpalım/ günahlarımız dökülsün” diye alkışladı.
Sonunda saz kucağına geldiğinde duygusal konuştu:
“Sizin geldiğiniz yollardan döndüm ben” dedi;
“Yaşım 73 oldu. Hakkımda 4 kitap yazıldı; hiçbirini okuyamadım. Ama şimdi son bir kitap hazırlıyoruz. Havalandırdığım türkülerin aklımda kalanlarını yazıyorum. İstiyorum ki özümden gelen kelimeler, gelecek kuşaklara ulaşsın. Yaradan, şu kitabı tamamlamama izin versin.”
Sözün bittiği yer
Elemle sustuk.
Sabahın 4’üydü.
Bana istediğim türküyü sordu.
Babam için bir türkü istedim. Onun hemşerisiydi. Öldüğünü bilmiyordu; orada duydu.
“Sözün bittiği yerdeyim” deyip yutkundu.
Son günlerini anlattım.
Hayatın ipini salıverdiği o gün, annemle iki omzuna başlarımızı koyup en sevdiği türküyü söylemiştik iki kulağına:
“Bugün ayın ışığı/ elinde bal kaşığı/
Yine nerden geliyon da / mahlenin yakışığı...”
“Ah Hacı emmim” diye inledi Neşet Usta...
“Kulağına ışık serpmişsiniz. Bir de ben söyleyeyim de gittiği yerde karanlıkta kalmasın” dedi.
O “Vay nerdesin” diye dövünürken kucağıma düştü yaşlarım...
Gün ağarırken vedalaştık.
“Yaşayan efsane”nin önünde minnetle eğildim.
Ve içimden, bunun “son cem” olmamasını diledim.