Erdoğan iki hafta önce gittiği Hırvatistan’da evsahibi başbakana, 1782 tarihli bir belge hediye etti.
I. Abdülhamid’in, gayrimüslimlerin mallarına, canlarına, kilise ve mezarlarına dokunulmayacağına dair hükmüydü bu...
Erdoğan, bu topraklarda farklı dinden olana, asırlardır gösterilen hoşgörüyü belgeliyordu.
* * *
O gün, İstanbul’da Avrupa Yazarlar Parlamentosu toplanacaktı ve yıllar önce İslam’a hakaret ettiği söylenen bir yazar, tehditlerden korktuğundan gelmekten son anda vazgeçti.
O gün, Malatya’da biri Alman uyruklu üç kişiyi Hıristiyanlık propagandası yapıyor diye boğazını keserek öldürenler, olaydan 4 yıl sonra 30. kez duruşmaya çıkmaya hazırlanıyordu.
O gün, Bodrum’da bir Hıristiyan’ın naaşı, Müslümanlar rahatsız oluyor diye mezarından çıkarılıp kabristanın uzak bir köşesine naklediliyordu.
* * *
Hans Himmelbach Alman asıllı bir Kanadalı...
Diplomatlığa 30 yıl önce Türkiye’de başlamış. Ankara’daki 3 yıllık görev süresinde İlknur’la evlenmişler. 30 yıl, gittikleri her yerde Kanada kadar Türkiye’yi de temsil etmişler. Emekli olunca Bodrum’a yerleşmişler. Karı-koca 6 yıl boyunca Torba’daki evlerinde, huzurlu bir emekli hayatı yaşamışlar.
Bodrum’da kimsenin rahatsız etmeyeceği, sakin bir köy mezarlığına gömülmeyi vasiyet etmiş Himmelbach...
20 Ekim’de vefat ettiğinde eşi İlknur hanım, eşinin vasiyetini belediyeye sormuş:
“Nereye isterseniz gömebilirsiniz” cevabını almış.
Şık bir cenaze töreni yapılmış. Bir papaz gelip 3 dilde dua okumuş. Ülkedeki hoşgörü ortamından bahsolunmuş. Himmelbach, Bodrumlular arasına defnedilmiş.
* * *
Sonrası rezalet!
Kanadalı diplomatın yaslı eşini mezarcı aramış. Demiş ki:
“Öndeki mezarın sahipleri ‘Niye annemizin başucuna gömdünüz. Oraya bizim diğer aile büyükleri gömülecek’ diyorlar. Sizin mezarı, duvar dibine nakletmemizi istiyorlar.”
İlknur hanım belediyeye koşmuş. Ama ondan önce, öndeki mezarın sahipleri çoktan gidip belediyeyi ikna etmişler.
Sormuş İlknur hanım:
“-Mezar yerini satın mı almışlar? İşaret mi koymuşlar?”
“-Hayır. Ama oradan çıkarıp başka yere gömelim.”
“-Dinimizde var mı böyle şey?”
“-Olabilir.”
“-Şiddetle reddediyorum” diye haykırmış İlknur hanım...
Ertesi gün kızıyla birlikte mezar başında dua ederken kenarda belediyenin kepçesini görmüş.
“Eyvah! Biz yokken mezarı açıp cenazemizi nakledecek bunlar” diye telaşa düşmüş.
Sonunda “Sen yalnızsın. Muhatapların güçlü insanlar” uyarılarından yılıp nakle olur vermek zorunda kalmış.
Bir hoca gelmiş. Himmelbach’ın naaşı alelusul bir törenle mezarından çıkarılmış, duvara bitişik bir köşeye nakledilmiş.
Dün İlknur Himmelbach’la görüştüm.
Haklı olarak isyandaydı.
“Türkleri, Türkiye’yi bu kadar seven bir insana bunun yapılması çok acı” dedi ve ekledi:
“Bilin ki, bunu kendi isteğimle değil, baskı altında kabul ettim. Mecbur kaldım.”
* * *
Bir yanda kiliseleri onaran, medeniyetler ittifakında rol alan, padişah hükümleriyle tolerans ispatlayan Türkiye...
Öte yanda o padişah hükmünü tekzip edercesine, Türkleri seven bir Hıristiyan’ın mezarına tahammül edemeyen Türkiye...
Bir yanda “İster kâfir ol, ister putperest; ne olursan ol yine gel” cakası satan Türkiye...
Öte yanda Mevlana’nın kemiklerini sızlatırcasına, gelene, toprağında yatana “git” diyen Türkiye...
Hangisi biziz?
Utanıyor muyuz?