Ali Canip Olgunlu

Ali Canip Olgunlu

alicanipolgunlu@gmail.com

Tüm Yazıları

Osmanlı dönemi kültür ve edebiyat dünyasında, tüm zarif eserlerin süsüydü lale. Gül dahi kıskanmadan edemezdi bu küçümsediği taşradan gelen çiçeği.

Divan edebiyatçılarımızın “taşralı” dedikleri lale, bir dağ çiçeğidir. Gül şehirli, lale dağlı! 17’nci yüzyıla kadar gülün tahtını zorlasa da şehrin kapılarından bile giremeyen lale, tüm yabaniliğine rağmen elbette rengi, biçimi ve bütünsel güzelliğiyle sonunda şehre kendisini kabul ettirecek ve bir devre adını verecek kadar sevilecektir.

Ana vatanı yoktur lalenin; Anadolu’da ise gerek Helenistik gerekse Roma kültürünün egemen olduğu dönemlerde laleden bahsedilmemesi, lalenin Anadolu’ya büyük ihtimalle İran’dan girdiğinin işaretidir. Keza Farsça “lal”, sözünün kökeni kırmızı anlamına gelir ve bu dağ bitkisi, ilgi çeken renginden dolayı lale adıyla Anadolu’da tanınmaya başlar. Lale çiçeği 13’üncü yüzyılda Anadolu düşünce dünyasının eserlerini süslemeye başlar. İlkin Hz. Mevlânâ’nın bir beytinde karşımıza çıkar: “Lalenin yanakları yalım yalım/Nergisin gözünden kaçıp gizlenmede.”

Haberin Devamı

Başlangıçta Tasavvuf edebiyatı, akabinde de Divan ve Halk edebiyatında önemli bir yer edinen lale, bu şöhretini elbette ona yüklenen mistik anlamına borçludur.

Tasavvuf düşünürlerinin laleye yükledikleri  anlamlar, Divan edebiyatçılarının bakışlarını, başlangıçta “taşralı” diye hor gördükleri laleye çevirmelerine sebep olmuştur:

“Subh u dem dönse n’ola mihr i cemale lale

Oldu mazhar adet i ism i celale lale” (Rumeli Kazaskeri Şemsettin Efendi).

Bu bağlamda mutasavvıflar mezar taşlarına lale motifi işlemişlerdir.

Lale yüzyıllar süren tüm çabası ve karşısında son derece güçlü bir rakip olan güle rağmen Kanuni Sultan Süleyman döneminde, değil sıradan bir şehre, Osmanlı payitahtına tüm görkemiyle girer. İlk başta Kanuni’nin şeyhülislamı Ebussuud Efendi, yabani laleyi ıslah ederek yetiştirmiş ve zamanla bir tutku haline gelen bu çiçeğin tutkunları, baharın ilk açan lalesine “Merhaba” ismini vermişlerdir.

1718-1730 yılları “Lale Devri” olarak adlandırılır; gerek Sultan III. Ahmet gerekse Sadrazam Damat İbrahim Paşa, bu çiçeğe hayrandılar. Başta Nedim olmak üzere devrin şairlerinin ilham kaynağı olan lale, özellikle ramazan aylarında edebiyatın başrolündeydi. Gül dahi kıskanmadan edemezdi bu küçümsediği taşradan gelen çiçeği.

Haberin Devamı

Şehirli gül “taşralı” lale

125 tür laleye ev sahipliği yapan Emirgan Korusu, lale mevsiminde en çok ziyaret edilen yerlerden.

Lalenameler

Lale zengin bir anlatı malzemesi oluştururdu lalenamelere. Osmanlı dönemi kültür ve edebiyat dünyasının tüm zarif eserlerinde; gül bülbül ile birliktedir, lale ise herkes ve her yerdedir. Ramazan aylarında lale bahçeleri süsler, gül güllaç olup damaklara tat verirdi.

Gül Yaradan’ın kokusudur, lale ise Yaradan’a olan lekesiz aşkın sembolüdür. Gül ile lale hemşeridirler. Her ikisi de İranlı, biri şehirli diğeri taşralı. Lakin her ikisi de Anadolu’ya geldikten sonra şöhrete kavuştu. Gül İstanbul’da bülbüle sevgili, lale İstanbul’da taşralılara özgü utangaç sevgililerin simgesi oldu.

“Erişti nevbahar eyyamı açıldı güli gülşen

Haberin Devamı

Çerağan vakti geldi lalezarın didesi ruşen.” (Nedim)