Okul öncesi eğitime yönelik atılacak her adım ayakta alkışı hak ediyor.
Neden mi?
Eğitim kademeleri içerisinde en önemli olan o da ondan.
Okul öncesi eğitimin önemini bilmeyenimiz yok. Özellikle de devlet katında. Peki o zaman devamı neden gelmiyor?
Eğer gerçekten inanılıyorsa zorunlu hale getirilmeli hem de bir değil iki yıl!..
Dünya genelinde yapılan tüm araştırmalar, okul öncesi eğitim alan öğrencilerin, sadece öğrencilik yıllarında değil, ileriki iş yaşamlarında da çok daha başarılı olduğunu ortaya koyuyor.
Hayata atıldıklarında hemen her alandaki performansları, okul öncesi eğitim almayanlara göre çok daha yüksek.
İstisnalar yok mu?
Elbette var ama doğru olan alınması gerektiği.
Niye mi?
İnsanlar yaşam boyu öğrendiklerinin üçte birini okul öncesi dönemde öğreniyor, karakterleri de o dönemde şekilleniyor.
Önemi de zaten buradan geliyor.
Yakın çevrenizdeki çocuklara baktığınızda da bunu fazlasıyla fark ediyorsunuz.
Neden 2 yıl?
“Bir yetmedi mi, iki yıl da nereden çıktı?” diyenler mutlaka çıkacaktır.
Onlara dünyadaki örneklere bakmalarını öneririz.
Özellikle bizim gibi ülkelerde sınavlar yüzünden çocukların çocukluğunu yaşayacakları bir dönem kalmadı. Bırakalım da okul öncesinde yaşasınlar…
Eğitim modelleri, değişmez değildir.
İktidara ya da Bakanlara göre değil ama çağın ve ülkenin dinamiklerine göre değişebilir, gerektiğinde de değişmelidir.
Dünün çocukları ile bugünün çocukları çok farklı.
Onlar değişiyorsa, eğitim de ona ayak uydurmak zorundadır.
8 yıllık kesintisiz eğitim gibi 4+4+4 modeli de tutmadı.
Temel eğitim kısa, lise eğitimi ise çok fazla!
2 yıllık okul öncesi eğitimi de içine alacak 6, 7 yıllık bir temel eğitim sonrası mesleki yönlendirmeye gidilmeli, isteyen hayata dönük mesleki eğitime, isteyen de üniversiteye yönelik akademik eğitime devam etmeli ve eğitimin odağında sınavlar değil, üretim olmalıdır.
Nasıl bir eğitim?
Eğitim, bilim, inovasyon ve özellikle de katma değeri yüksek ürünler üretme konusunda katedilecek çok yolumuz var ve nasıl başlarsa öyle gider!..
Önümüzdeki 20 yıl içerisinde bugünkü mesleklerin yüzde 70’inin yok olacağı ve yerine yeni meslekler geleceği adeta haykırılıyor.
Peki, yeni meslekler ve bu yeni bakış açısı yeni müfredat programına ne zaman girecek, eğitimini kim verecek, bu konuda herhangi bir hazırlık söz konusu mu?
Tersine göç!
Cumhuriyetin ilk yıllarında imparatorluk bakiyesi olmamıza rağmen köylü bir toplumduk.
Çok zor şartlarda gerçekleştirdiğimiz Milli Mücadele ve sonrasındaki kalkınma azmiyle bugünkü kentleri inşa ettik.
Ülkemizin kuş uçmaz, kervan geçmez en ücra köşelerinde bile okullar açtık.
Köyler üretimin merkezi, şehre göç eden aile bireylerinin sponsoruydu…
Peki ne oldu?
Bizi biz yapan köyler yok oldu, okullar kapatıldı, üretim dibe vurdu, “Toprağımı asla terk etmem” diyen çok az yaşlı dışında yaşayan kalmadı.
Köyler, kentleri kurdu, uzun süre yaşattı ama şimdi o kentler kendilerini yoktan var eden topraklarına, atalarına, köylerine sahip çıkmıyorlar.
Onları tekrar üretimin merkezi haline getirmek hepimizin boynunun borcu olmalı.
Yoksa “kendi kendine yeten 7 ülkeden biri” olma noktasına bir daha asla gelemeyiz. Bu da gümbür gümbür gelen kuraklık ve kıtlık dönemlerinde “namerde muhtaç olmak” anlamına gelir ki, bırakın yaşamayı, en kötü senaryolar içinde bile yer almamalı…
Peki, bu nasıl gerçekleşecek?
Bu ivme ve aydınlanma, Cumhuriyetin ilk yıllarında nasıl ki okullarla ete kemiğe büründüyse yine öyle olmalı.
Doğru okullar, doğru müfredat, doğru öğretmenler ve doğru kırsal yeniden yapılanmayla bu başarılabilir.
İhtiyacımız olan tek şey ne para ne de sınavlar. Yeni İsmail Hakkı Tonguç’lar, yeni Hasan Ali Yücel’ler ve ülkesine, toprağına, köyüne, köylüsüne, tarıma gönül vermiş donanımlı ve istekli öğretmenler, ziraat mühendisleri, veterinerler olsun, yeter de artar.
Köylüyü köyde tutmak ya da kentlerde eziyetin bin türlüsünü çeken köylüleri kölelikten kurtarıp, köyün efendileri haline getirmek o kadar da zor olmamalı…
Özetin özeti: Eğitim ve kalkınma dayatmayla değil, sevdayla olur. Ve bu sevda bizim genetik kotlarımızda fazlasıyla var ama…