Kültür SanatVestel & Milliyet Sanat Kahve Sohbetlerinde Bu Ay

Vestel & Milliyet Sanat Kahve Sohbetlerinde Bu Ay

12.10.2021 - 18:32 | Son Güncellenme:

Nejat İşler, sekiz bölümü aşmayan konuk oyunculuklar, başı sonu belli dijital işlerle gönlündeki kariyeri inşa etmiş durumda. Bu işin sırrını da hayatını ufaltmak ve kendisine söylenenlere kulak asmamakla açıklıyor.

Vestel & Milliyet Sanat Kahve Sohbetlerinde Bu Ay

Röportaj: Asu Maro

Hayatın farklı noktalarında bir araya gelip sohbet ettik Nejat İşler’le. Bir yanıyla tanıdığım en “değişmeyen” insanlardan biri. Hep her an sıkılıp gidecek gibi, hiçbir şey umurunda değilmiş gibi. Ama aslında hep de karşısındakini kırmamaya çalışan, düşünceli bir tarafı var. Bir de hep çok açık sözlü. “Ben şöhretim, ağzımdan çıkana dikkat edeyim” yok. Bu haliyle de kendisinin de şaşırdığı kadar çok seviliyor.

Bu sefer bizi bir araya getiren, son filmi “9.75” ve BluTV’de ikinci sezonu yayınlanmaya başlayan “Saygı 2” idi. Doğal olarak Ercüment Çözer’den başladık, bayağı bir dallanıp budaklandı sohbet.

Demin yolda etrafıma o gözle baktım, evet ya, saygı büyük dert diye diye geldim. Siz hayatta bunu nasıl yaşıyorsunuz? Saygı, ne ifade ediyor size?

Aslında Ercüment karakteri biraz benim karanlık gündüz düşlerimden de çıkma. Bazen delirince “Bir Samuray kılıcıyla İstiklal Caddesi’nin bir tarafından girip öbür tarafından çıkmak istiyorum,” gibi salak salak şeyler düşünüyordum. Daha çok kendime sinirleniyorum tabii. Ben biraz da dikkatliyimdir, gittiğim yerde çocuklara çok fırça atmışlığım vardır, gıcık olurum çalışanlara iyi davranmayan tiplere. Nezaket benim için olmazsa olmaz bir kavram. Çocukluğumdan beri öyle. Bir şey kabalaşınca hoşuma gitmiyor. Ben de dışarıdan biraz kaba gibi gözüküyorum ama işte bana biçilen rol var, o yüzden öyle gözüküyor aslında.

O nasıl oluştu sizce?

Arkadaşlarım da şaşırıyor ama yapacak bir şey yok. Bir yerden sonra anlatmayı bırakıyorsun. Bazen de artık bu bir oyun oluyor ve gerçek hayatında da bir karakter oynamaya başlıyorsun. Çünkü onu senden istiyorlar. Bazen de kullanıyorum, bu da konforlu bir durum, kabalık. “Nejat'tır, yapar,” deyip geçiyorlar. Ama ben onun ardını taşıyorum tabii. İşi çözdük böyle ama o ben değilim.

Ercüment karakterini en başında nasıl oluşturdunuz?

Emrah Serbes, Ercan Mehmet Erdem, Serdar Akar vardı en başta. Onlar yazıp getirdiler ilk “Behzat Ç.” zamanı. Dedim zevkle, güzel, eğlenceli. Seviyordum zaten “Behzat Ç.” işini. Misafir oyunculuk gibiydi. “Ben,” dedim, “Artık televizyon dizisi yapmak istemiyorum, öyle başrol falan oynamak istemiyorum. Misafir, sekiz bölüm ancak”. O sekizi taktım kafaya, sekiz hafta çünkü iri bir sinema filmi süresi. Tamam dediler. Taş çatlasın 16 bölümdür oynadığım ve çok sevdiler. Bilmiyorum niye kötü karakteri seviyorlar, onu da anlamış değilim de. Sonra işte “Saygı” ile ilgili şaka yapıyorlardı benle, “Behzat Ç.”de karışmıştı işler. Böyle “Hadi abi, yapalım abi,” dediği zaman birisi ben girerim hep. Oyun oynamayı sevdiğim için. Başta şaka gibiydi, gerçek oldu.

Yıllar içinde sizinle Ercüment de değişti mi? Sonuçta onu oynayan ilk Nejat ile şimdiki Nejat arasında bir zaman var.

Açıkçası ikinci sezonda biraz değişiklik olacak. Ercüment insan olmayı deniyor. Spoiler vermeyeyim de, ciddi deniyor. Ama işte, olamıyor yani, olamaz.

Peki derdi ne?

Sıkılıyor. Her şey o kadar kolay ki herif için. Sıkılıyor ve oyuncaklar buluyor kendine. İnsan olmayı deniyor ama. O garip bir durum.

Öncesinde de bu belki tehlikeli bir şey ama sempatik tarafları vardı zaten.

Bilmiyorum. Onu sen söylüyorsun.

Ona hak verdiğin durumlar oluyor.

Senin başta söylediğin şeyi kaşıyor. İnsanların kendi yaşamlarında düşündükleri şeyleri söylüyor aslında. Yapıyor da. Çünkü yapabiliyor. Çok kudretli bir herif. İnsanlar galiba o yüzden seviyorlar. Aklından geçer, metroya bindin, bir şey oldu, dalmak istersin. Bu dalıyor, sorun yok onun için. Dalmak demek de alıyor, tedavi ediyor, dışarı çıkarıyor.

Yani, dışarı derken. Toprağa.

Yok, salıyor da. Bu sezonda göreceğiz saldıklarını.

Bir yandan desteklediği Savaş'la Helen'in ilgilendiği konular da kadına şiddet, çocuk istismarı falan olunca insanın onları sevesi geliyor.

Tabii, hep 3. sayfa haberleri. Artık 1. sayfaya çıktı. 24 saatimiz bunlarla dolu. İnterneti aç, gazetelerin sitelerini dolaş; kadın cinayetleri, istismar, videolar bir sürü. Garip. Sadece Türkiye de değil, dünya garip bir şey yaşıyor. Türkiye biraz fazla yaşıyor olabilir. Çünkü biz sıcak bir yerdeyiz ya, coğrafyayla ilgili herhalde.

Şundan emin olamıyorum. Eskiden daha mı az duyuyorduk yoksa çok mu arttı?

İkisi de. Tabii bu ‘80'lerden sonraki yeni dünya düzeninde vakti yok kimsenin ve kırıcı herkes. Bunun içinde Thatcher'lar da var, Reagan'lar da var, Gorbaçov'lar da var, hepsi var. Dünyayı bir markete çevirdiler, neyi kapabilirsen. Var ya öyle, bilmem ne Cuma, bilmem ne Pazartesi yapıyorlar, açıyorlar kapıları. Her gün öyle geçiyor, ne kapabileceksin oradan. Tişört, don, un, krema, hiç işine yaramayacak şeyleri de alıyorsun. Almak için yani.

 Bu hoyratlıkla şiddet de arttı.

Artıyor tabii. Birini itmek zorundasın onu almak için.

Bir de herhalde bu videoları göre göre gerçekten, bunun daha yapılabilir olduğunu da görüyorsun değil mi?

Bir şey demedikçe kimse, yapıyorlar yapıyorlar, salıyorlar. Sosyal medya yükleniyor, hop bir daha geri alıyorlar, hop bir daha salıyorlar. Bir şey olsa insan ferahlayacak, belki de duracak da bazısı. Ercüment'in varlığı da o yüzden enteresan geliyor galiba insanlara. Çünkü o affetmiyor yani. Devlettenmiş, bürokratmış, askermiş, polismiş, yok sivilmiş, sanatçıymış, kadınmış, hiç fark etmiyor onun için.

Bu sezon ne olacak bilmiyorum ama kadın karakterleri biraz tatsız bulduğumu söylemeliyim. Ezik bir anne, hırstan her şeyi yapan bir televizyoncu.

Bu sefer güçlü bir kadın var. Koyabildiler.

Sevindim. Çünkü siz bir erkek olarak bunun eksikliğini görmüyor musunuz diye merak ediyorum filmlerde, dizilerde.

Görüyorum ama nasıl diyeyim şimdi, dünyada da böyle. Olmuyor, çıkmıyor kadın hikayesi düzgün. Bir iki tane oluyor, ona da nazar boncuğu olsun diye bir tane Oscar veriyorlar, yolluyorlar. Üç dört sende bir tane çıkıyor işte.

Kadın hikayesini geçtim ben. Erkek hikayesinin içindeki doğru düzgün kadından bahsediyorum.

Dünya genelinde sinema erkek egemen bir iş. Maalesef. Yapacak hiçbir şey yok bununla ilgili. Bunu şuna bağlıyorum biraz; hızlı anlaşıyor erkekler aralarında. Kadınlarla iş biraz dallanıp budaklanıyor. Kimsenin de öyle bir vakti yok. Amerikalılar için derler ya, yapımcıya gidip filmini anlatmak istediğinde “Bir cümleyle bana anlat filmi,” der. Bir kadın bir cümleyle biraz zor anlatır. Anlatmak da istemez aslında, bir yandan da. Garip bir örnek oldu ama anladın demek istediğimi. Hızlı ilerlediği için, erkeklerle dönüyor iş.

O zaman çözüm daha çok kadın yazar ve yönetmende.

Bence de. Bir de sinemaya giden de aslında kadın. Müşteri kadın olunca, hep erkek hikayesi anlatılıyor. Güzel erkekler, onlara baksın millet, “Ah benim de şöyle bir manitam olsa, şöyle bir oğlum olsa, şöyle bir kardeşim, ağabeyim olsa,” falan diye, öyle gidiyor herhalde kadınlar. Bir erkek dışarı avlanmaya çıkar, durup dururken “Hadi bir sinemaya gidelim,” demez ki. Bir manitacılığa gider yani.

Ercüment'i de bu duyguyla mı izliyor kadınlar sizce? Şöyle bir manitam olsa...

Vallahi hiç bilmiyorum. Eve giren işlerde daha değişik tabii. Bak orada mesela Türkiye'de de kadın işi çoğaldı. Eskisi gibi değil.

Evet, erkekler de kadın hikayesi yazmayı deniyorlar, bazen denemeseler mi acaba dediğim oluyor.

Çok zor ya, bir kadın dünyası yaratmak. Ben denemem bile.

Son dönemin filmlerini takip ediyor musunuz?

İşim olmadığı zaman günde dört filmden aşağı seyretmem. Yeniler, eskiler, çok daha eskiler, bulurum bir şey illa ki. Sabırlı bir seyirciyim de ben, öyle hemen kanal değiştirmem, kötü film bile olsa. Ama bazen jüri müri oluyorsun ya, en güzeli o oluyor. Bu sene millet ne yaptı, nereye geldi?

Biz galiba 2013'de konuşmuşuz, sanat filmlerinden şikâyet etmişsiniz. İşte, “Duruyor adam, konuşmuyor, duruyor, hala duruyor,” diye.

Bu arada ben de yaptım o işleri. Yaptım da ne bileyim, ben en çok kovboy filmi seviyorum. Başı belli, sonu belli, ne olacağı belli. O mantığı seviyorum. Biraz daha net her şey. Şizofrenik değil. Kurguda mesela bir ileri gidip bir geri gitmiyoruz. Düz devam ediyor.

Son filminiz “9.75” için neler düşünüyorsunuz?

Bence iyi film. Mehmet Eroğlu en beğendiğim roman yazarlarından biri ve denk düştü, inanılmaz bir şey. Hiç soru sormadan kabul ettim. Biraz da tırnak içinde benden beklenen sivil hayat karakterini de yazıyor aslında. İşte umursamaz, biraz bıkkın, biraz dağınık bir tip. Şimdi ikincisini çekiyoruz, o da öyle, “İyi Adamın 10 günü”. Üç kitap bu, üçleme olacak. Uluç Bayraktar çekiyor. “İyi Adamın 10 Günü”, “Meraklı Adamın 10 Günü”, “Kötü Adamın 10 Günü”. İyi adamdan kötü adama doğru gidiyor. Hayat onu öyle bir yere getirecek sonunda.

Ne diyor tanıtımda, Kemalettin Tuğcu romanları gibi bir çocukluğu var. Ne demek o acaba?

Acıklı. Yetimhanede büyümüş. Benim de vardır öyle şeylerim, acırdım kendime ufakken. Ömer Seyfettin yüzünden acırdım, “Kaşağı”. Çocukken kuş palazı olmuşum, bazı şeyleri yemem yasaktı. Patates kızartması mesela yasaktı, komşuya gidiyordum, oradan aşırıyordum ve acıyordum kendime. Bir okudum “Kaşağı”yı, kuş palazı olan bir karakter var. Direkt aldım yani. Feda eder ya orada kardeş kendini, öyle bir feda meselesi bende de gelişti zaman içinde. Mesela sınıfta biri bir şey yapar da onun cezalandırılmasını istemezsin, kendini güçlü hissedersin, “Ben yaptım,” dersin, öyle bir tip oldum hep ben.

Benim tahminim biraz da kendi kendini yiyen biri olduğunuz.

Yedim yedim bitmedi henüz.

Tatlı bir video izledim, sosyal medyadan gelen soruları cevaplıyorsunuz. İnsanlar çok endişeleniyor, kendinize iyi bakıyor musunuz diye. Hiç tanımadığınız insanların böyle bir derdi var.

Dün de Uluç “Seni sevmeyen yok, niye öyle?” dedi. Ne bileyim dedim. Vallahi bilmiyorum, garip bir durum. Çok da nasıl diyeyim, adam akıllı bir herif değilim ki. Bazen çok şımarık olabiliyorum mesela. Bazen çok saygısız olabiliyorum. Ona rağmen seviyorlar. Allah razı olsun.

İyi bakıyor musunuz kendinize?

Normal. İyi bakmak ne demek ki? İşimdeyim, gücümdeyim.

Yine eski röportajda “Artık platese başlıyorum,” gibi laflar var. Onlar belli ki yalan oldu.

Tabii yalan.

“Yaşım benim sermayem,” de demişsiniz o zaman. Şimdi ne düşünüyorsunuz bulunduğunuz yaşla ilgili?

Beden yaşlanıyor. Kafa çok yaşlanmıyor. Şu kadar yaşlanıyor olabilir, hemen bir şeye atlamıyorum. Zaten pek öyle bir tip değildim de iyice ağırlaştı o iş. İyice düşünüyorum bir şey yaparken.

İş için mi konuşuyoruz yoksa hayatla ilgili mi?

Her şey için. Mesela eskiden bir kadınla rahatça hemen arkadaş, sevgili bir şey olunurdu ama şimdi acayip korkuyorum.

Kırmaktan mı korkuyorsunuz, kırılmaktan mı?

İkisi de. Bir evde biriyle yaşamayalı 12-13 sene falan oldu. Çok alıştım yalnızlığıma. Düşünüyorum böyle, biri dolaşacak evde, mutfağa girecek, bulaşık sesi, oradan bağıracak, çok garip geliyor bana.

Peki nasıl bir hayatınız var o zaman iş olmadığı zaman, biraz ondan bahsedelim.

Devamlı film seyrediyorum. Okuyorum. Bir de çok iş var bu aralar, proje uçuşuyor yani. Günde iki kere falan mail geliyor. Oyunculuk dışında da bir şeyler yapma niyetim vardı başından beri. Araştırıyorum, notlar, yazma, çizme. Kitaplar çıktı işte. O öykülerden bir ikisine bir şey yapalım gibi teklifler geldi. Onlara bakıyorum. Çok senaryo yazacak bir tip değilim, birisi yazsa ne güzel olur. Ne bileyim üç gün önce 1. Dünya Savaşı'ndaki esirlerden birkaç hikaye buldum mesela, onları notladım. Ucuz, temiz, güzel hikaye ne olabilir, onun peşindeyim devamlı yani.

Sizin üs yine Gümüşlük'te mi?

Yok kapattım Gümüşlük'ü. Yeter 10 sene. Değişti, orası da değişti. Mantalite değişti, o beni sıkıyor biraz. Çünkü bu pandemiyle beraber inanılmaz bir akın var. Konuştuklarımız değişmeye başladı. Ben para pul işinden kaçmıştım oraya, yine gündeme geldi. Bir de orada saklanamıyorum, ortadayım. İstanbul'da kalabalıkta kaybolmak daha kolay.

Artık ben sormaktan sıkıldım diyeceğim ama tiyatroya ne oldu?

Uzaklaştı, yani ben uzaklaştım herhalde. İki üç günde bir geliyor aklıma ama ondan da çok korkuyorum. Sinema o kadar konforlu bir yer ki. Ben tiyatrocu olmak için girmedim bu işe. Aktör olmak için girdim. Seviyordum tiyatroyu ama tiyatro zor. Sinemanın kıyak tarafı hem çok konforlu hem çok güzel hem çok insana ulaşabiliyorsun. Dünyanın her yerinde seyredilebilir yaptığın bir şey. Söylediğin bir cümleyi sekiz buçuk milyara söyleyebilirsin. Tiyatroda kısıtlı.

Ayrıca tiyatro uzun soluklu bir şey ve siz çok uzun soluklu işlere sıcak bakmıyordunuz.

Sürprizi çok az. Her gün aynı saat mesela.

Her gün aynı saatte orada olmakla ilgili derdim olur mu demek istiyorsunuz?

Olur, bazen olur.

Muhtemelen sete geç kalmıyorsunuzdur ama.

Telaşlıyımdır o konuda ben. Hatta önce giderim, oturup muhabbet falan, set benim evim gibi. Başından beri hep öyleydi. Setçiyimdir, oradaki her insanla ahbabımdır. Onlara bir şey olsun, büyük problem çıkar.

Star kaprisleriniz yok mu?

Düşünmem lazım, bulurum. Sıfır yakalı bir şey giyemem, daralıyorum mesela. Ne olabilir başka? Dar pantolon giymeyi sevmiyorum, yeni pantolonlar var ya, futbolcular giyiyor. Sette çok yabancı insan görmeyi sevmem, aramızda bir şey paylaşıyoruz ve birisi ona tanık oluyor. Onu da sevmem. Kaprisse bunlar işte.

En çok söz ettiğiniz hocanız Müşfik Kenter tiyatroyla özdeşleşmiş bir isim. Acaba o olsa size sahneye çıkmalısın der miydi?

Büyük ihtimalle derdi ama Müşfik Hoca'nın popüler olduğu dönemler, ‘60'lar, ‘70'ler, hadi bir de ‘80'ler diyelim. Kaç yıl oluyor sinema çıkalı, 80 bile değil. Şimdi 100 yılı geçti. Sinema değişti ve artık acayip bir yerde. Herhalde anlardı yani. Müşfik Hoca gerçekten tiyatrodan kazanıp günlük yaşantısını onunla geçiren bir adamdı. Şimdi öyle bir imkân olmadığı için o da sinema yapacaktı büyük ihtimalle. Hepimiz öyleyiz, çalışmazsak yok işte para.

Siz buna rağmen, para için ana akım bir işe girmek istemediğinizi söylüyorsunuz.

Televizyon dizisinde oynamam. Geçen sene yaptığım gibi oynarım, misafir. Akıl karı değil, 22-23 sayfa çekiliyor günde. Hiçbir şeyi tasarlayıp yapamazsın, hatalı, sevaplı, bir şekilde yolluyorsun kaseti.

Peki siz bir noktada böyle bir şeye girmek durumunda kalmayayım diye bir hayat planı mı yaptınız?

Ufalttım hayatımı. Aslında dışarıdaki insanları dinlememekle başladı her şey. “Yavrum akarken doldur, bir ev al,” falan. Hiç dinlemedim kimseyi. Hala da dinlemiyorum işte. Bana yetecek kadar. Ne bileyim, ters bir şey oldu, felaket oldu, bütün sektör durdu, bir sene, iki sene gidecek kadar bir şeyle devam etmek yani. İki sene sonra zaten emekliyim. Herhalde bir üç  dört bin lira emekli maaşı alırım. Tamam işte.

Ferhan Şensoy'la oynamayı çok isterdim demişsiniz. Onu da kaybettik.

Birkaç kez kenarından da döndük. Bir film vardı da, orada babamı oynaması için konuşmuştuk. Sonra yapamadık filmi.

Var mıydı sohbetiniz?

Beş altı sene evvel çok çekinerek ve korkarak gittim. İnanılmaz sevdik birbirimizi. Neredeyse bin yıldır tanıyormuşum gibi. Beraber sarhoş olduk, beraber sızdık karşı karşıya, beraber uyandık, beraber garip garip şeyler yaptık. İnanılmaz bir adamdı. Birkaç kere görüştük ama bende biraz öyle bir numara vardır, çekinirim çok değerli gördüğüm birinin yanına gitmeye. Adamı sıkarım, meşgul ederim diye düşünürüm hep. Bir hafta öncesinden sevgilisine sorardım, geleyim mi, nedir durum ve çok uzun kalmadan hemen tüyerdim.

Tuncel Kurtiz'le de mi böyleydi?

Onunla da öyleydi. Tuncel abi daha faal bir herifti tabii. Ona gitmezdin, o seni alırdı.

Sizin genç kuşaktan birilerine aktarmak istediğiniz deneyimler yoksa kendinizde öyle bir misyon hissetmiyor musunuz?

Bir ara Bodrum'dayken bir tiyatro okulu vardı. Gideyim dedim, ben ders veremem de, yaşadıklarımı anlatayım, belki kulaklarına küpe olur. Onu da sürdüremedim. En sonunda şuna karar verdim: “Oğlum, işini yap, işini yaparken kim sana bakıyorsa işte”.

Yaşadıklarımı anlatayım derken neler düşündünüz?

Şeyi anlatmak istedim aslında, hiçbir şey göründüğü gibi değil. Hep biz kafamızda bir sürü şey kuruyoruz, değerli insanlar oluyor kafamızda tanımadan ya da değersiz insanlar oluyor, yine tanımadan. Öyle değil o işler. Neredeyse 33 yıl oldu bu işe gireli, bir sürü şey gördük, hiçbir şey öyle göründüğü gibi değil yani.

Kendi seçimlerinizle ilgili ne düşünüyorsunuz peki? Bir iş seçerken kriterleriniz neler?

Kimle vakit geçireceğim o süre içinde? En çok o önemli benim için. Ekip önemli, yönetmen önemli. Yazan kişiler tabii ki önemli de, yapım şirketi önemli. Nasıl bakacak sette çalışanlara? Hakkını verecek mi? Sonra eğlenebilecek miyiz o ekiple? Eğlenirsek zaten tamam. Hiç fark etmez. Telefon rehberi bile oynarım.

Sizinle ilgili algının içinde bu işe hiç kafa yormuyormuşsunuz, kenardan takılıyormuşsun da, iş de öylece çıkıveriyormuş gibi bir inanış var. Aslında çalışkan biri misiniz?

Çalışkanım ama şunu diyemem; “Bu role nasıl çalıştınız?” Çalışmadım abi. 30 yıldır bu işi yapıyorum, neyine çalışayım artık? Zaten her gün bir oyuncu olduğumu bilerek yaşıyorum 24 saat. İş yapmazken de çalışıyorum yani, ekstra ne yapayım? Üç sene bahçevanla çalıştım, altı ay bir marangozun yanındaydım, yok öyle bir şey. Yapamayacağım bir şeyi de kabul etmem zaten. Şiveli bir rol oynamam, garip geliyor mesela bana. Ağız yapmam, beceremem, becersem bile taklit oluyor, anladın mı? Taklit de sevdiğim bir şey değil. Dönem işlerine soğuk bakarım. Olmuyor çünkü, hiç ittirmeye gerek yok. Bir de o dönem ne yaşandı, ne yapıldı hiç bilmiyorum ki. Ben yaşadığımız dönemi anlatan hikayeler olduğu zaman çok seviyorum. Gençlik zamanımı, ‘90'ları anlatan bir hikaye olduğu zaman uçuyorum.

Demin “9.75”teki karakter için “Bana yakın bir karakter” dediniz. O adamları daha kolay oynayabileceğiniz için mi istiyorsunuz mesela?

Hayır. Daha rahat yansıtabileceğimi düşünüyorum. Mesela Ercüment'i çok rahat yapamam, onu ben tasarladım. Ya da “Çukur”da oynadığım zengin adamı. Hiç bilmediğim bir dünya ama tasarladım. Öbür tipleri rahat gösterebiliyorum, çok korkmuyorum yanlış yapmaktan. Çünkü zaten tanıyorum, öyle insanların arasında çok uzun zaman geçirdim. Zengin adamların yanında çok zaman geçirmedim, pek bilmiyorum oraları.

“Kötü adamı sevmezsem oynayamam”

Kötü adamın içinde bile bir iyilik vardır ve ben onu anlamaya çalışırım gibi bir iddianız var mı?

İyilik değil de nedenini anlamaya çalışırım. Bir nedeni vardır illa ki. Biz Müşfik Hocamızdan öyle öğrendik, kulağımda küpedir. “Sevmiyorsunuz,” diyordu, biz anlamıyorduk, neyi sevmiyoruz. “Oynadığınız rolü sevmiyorsunuz”. Attım, çok kötü bir adam, onu sevmen lazım. Sevmezsen ikna edici olmaz karşı tarafa, -mış gibi yaparsan, taklit olur. Ben inanıyorum o adama. Eleştirel oynarsan olmaz, inanmam lazım.

Ercüment'i de seviyor musunuz?

Çok yorucu ama oynarken çok seviyorum. Ve kızıyorum da, çevrem beni anlamıyor diye. Mesela sette kimse beni anlamıyor. Sinirleniyorum kendi kendime.

O derece bütünleşiyorsunuz.

E tabii. Ben normal hayatta bazen böyle prova yaparım. Yakınlarım alıştılar buna, ufak denemeler yaparım rolle ilgili. Ercüment'in nesini deneyeceksin normal hayatta? Onu sette ancak deneyebilirsin. Sette garip garip hareketler yaparsın set arkadaşlarına. Suratlarından anlıyorum, “Ne yapıyor bu?” diyorlar. Ben çalışıyorum oysa.

“Ne evlendim ne çocuk yaptım, çok bağım yok”

Dijitale iş yapmanın en büyük avantajlarından biri baştan sonunun belli olması sanırım.

Büyük konfor. Şunu bile yapabilirsin; çektik bitti, montajda bakıldı, bir şey eksik ya da bir şey yanlış. Toplanırsın, tekrar çekersin onu. İşi güzel yapmak için uygun bir yer yani. Öbüründe Pazartesi yayın var, Pazartesi hala çektiğin oluyor bazen.

Bu gerçekten “Nejat sıkılır gider”le açıklanacak bir durum değil. Herkesin sıkılıp gitmesi gerekiyor.

Evet ama insanların mecburiyetleri var, ben öyle bir hayat tercih etmedim. 50 yaşındayım, ne evlendim ne çocuk yaptım. Çok bağım yok. Bir yere kira ödemiyorum. “Niye bu işi yaptın?” diye sorduğun zaman, “Çocuğum var, evliyim, eve bakmam lazım,” gibi argümanlarım yok benim. Olmadığı için de kafama uygun şeyleri yapmaya çalışıyorum.

Böylece mecburen bir iş yaptığınız olmuyor.

Mecbur olacağım işler var. Fenerbahçe'den bir iş geldiğinde hemen yapıyorum, hiç sorgulamam. Cumhuriyet'le ilgili bir iş gelsin, yaparım. Düşünmem.

Kira ödemediğinize göre eviniz var diye anlıyorum.

Yok otelde kalıyorum. Herhalde İstanbul'da bir ev yapacağım ama. Mecburen. Bodrum'daki evi bir arkadaşım yapmıştı, bir arkadaşımın arazisine. Ev hediyeydi, arazi hediyeydi.

“Komedi oynamak istiyorum”

İnsanlar Joker oynamanızı istiyorlar.

Ben de komedi oynamak istiyorum, çok. Acayip. Hiç komedi yok.

Varsa da siz acaba akıllarına mı gelmiyorsunuz?

Geliyor bazen. Var bir tane, bakalım olursa. Ama gerçekten hiç komik bir şey yok. En bence ihtiyacımız olan şey ve yok. Bir de zor tabii komik bir şey yazmak. Mizah dramdan çok zor. Büyük zekâ gerektirir. Akıl gerektirir, zekadan fazla.

Çekirdekleri öğütüp taptaze kahve deneyimi sunan Vestel Taze Filtre Kahve Makinesi kahve keyfinize eşlik etsin!

Vestel & Milliyet Sanat Kahve Sohbetlerinde Bu Ay

Sponsorlu İçerik

 

 

 

 

Yazarlar