11.05.2025 - 07:01 | Son Güncellenme:
Ümran Avcı - Fatih Gezer, dördüncü kitabı “Firuzan”da kadınların heba edilmiş dünyasına götürüyor okurunu. Roman; “Gülmeyi unutanlardan kahkaha ummak boşunadır” cümlesiyle başlıyor. Ana kahraman varlığı unutulsun diye hayatı parmak ucunda yaşayan Firuzan… O Firuzan ki gencecik yaşında kendi ipini çekerek veda ediyor hayata. Acısına sebep tüm erkekleri, hayattan alacaklı günlerini tekmeler gibi ittiriyor ayağının altındaki tabureyi. Öldükten sonra da huzurla göğe yükselemiyor Firuzan. Arafta kalıyor. Orada kendi soyundan kadınlarla karşılaşıyor. Büyük ninesi Umay’dan kendi annesine kadar dört asırlık bir yolculuğa çıkarıyor okuru. Hayatının fasıllarını da oradaki ruhlara söz vererek anlattırıyor Firuzan. Tıpkı kendisi gibi ‘yerini bilerek’ yaşayan kadınlara ses açıyor.
■ Firuzan’dan geriye doğru gidersek; kendisine annelik yapan Maria, doğururken son nefesini veren öz annesi Rojda, büyük ninesi Umay… Hepsinin hayatı eza ve cefayla geçiyor. Tacize, cinsel istismara, ötekileştirmeye maruz kalıyorlar. Çağ değişse de kadınların payına düşenler değişmiyor.
Romanlarımın genelinde ölümü bir son değil, bir başlangıç şeklinde işlemeyi seviyorum. Firuzan da bundan nasiplendi; kendi canını alarak değil, hikâyesini vererek başlıyor anlatmaya. Çünkü o biliyor ki, sadece kendi hayatı değil, annesinin, ninesinin ve onların da öncesinin suskunluklarıyla örülü bir kaderi taşıyor sırtında. Kuşaklar değişse de kadına reva görülen yazgı değişmiyor. Firuzan’ın hikâyesi, “ben artık taşımıyorum, anlatıyorum” diyen bir kadının isyanı. Romandaki diğer karakterlere verdiği söz de bu; onların suskunluğunu kelimelere dökme sözü. Çünkü sesini duymadığımız kadınların hikâyeleri, yeni Firuzanlar yaratıyor. O yüzden bu roman sadece bir yaşam öyküsü değil, bir zincirin kırılış öyküsü. Kuşaklar boyunca aynı kaderi taşımak, kaderin değişmeyeceği anlamına gelmiyor. Firuzan da bunu söylüyor: Değişim, bazen bir ölümle ama hep bir anlatıyla başlar.
■ Romandaki kadınlar sadece öldükten sonra değil, yaşarken de arafta… Ama burada Maria’yı konuşmak istiyorum. Yaşarken kendi olarak kalamadığı için öldükten sonra göğe yükselemiyor. Kendi gibi kalamıyor; çünkü Maria adını taşırken toplumun her kesimi tarafından itilip kakılıyor, Meryem adını alınca herkes tarafından sayılıp kucak açılıyor.
Maria’nın hikâyesi, “isim değişince kader değişir mi?” sorusuyla çıktığım yolculuğun son durağı. “Bizden değil” diyerek dışarıda bırakılan, adıyla, inancıyla, geçmişiyle yargılanan bir kadın o. Ondaki değişim de özgürlüğünün değil, bir toplumun kendi normlarını dikte ettirmesinin sonucudur. Bir kişinin dışlanmasından çok, sistemin dayattığı ‘tek doğru’ya uymayan herkesin silinmesinin neticesidir. Ötekileştirmenin en yıkıcı yönü de sanırım; insanları sadece oldukları için değil, olmak istedikleri için de cezalandırması. Ayrıca Maria’nın göğe yükselememesi, yalnızca bireysel bir trajedi değil; kadın olmanın evrensel kaderine dair bir alegori. Kadınsanız -hangi inanca mensup olduğunuzdan, hangi dili konuştuğunuzdan, hangi sınıftan ya da coğrafyadan geldiğinizden bağımsız olarak- aynı baskı mekanizmalarıyla sınanırsınız. Maria’nın arafta kalışı, tüm bu ayrım çizgilerinin ötesinde birleşen ortak bir yazgıyı işaret eder: Görünmemek, duyulmamak, kendin gibi var olamamak.
Satır Arası Türküler
■ Umay Nine, Rojda, Hacı Meryem Anne, Firuzan, Nigâr… Hikâyenin tamamında erkek eliyle açılan yaralara yine kadınlar merhem oluyor, annelerin güçlü duruşu güzelleştiriyor dünyalarını…
Anneliği romantize etmeden ama onun dönüştürücü gücünü de inkâr etmeden ele almaya çalıştım. Karakterlerin hepsi, birbirinden farklı dönemlerde ve koşullarda yaşamış olsalar da aynı yükü omuzluyorlar: Erkek egemen düzenin tahribatıyla açılan yaraları sarmak. Yaraları sarıyorlar ama yaraları görünmez kılan değil, onların farkına vararak iyileştirmeye çalışan bir yerden.
■ Romandaki meselelerden biri de bilip de susmanın vebali… ‘Karı koca arasına girilmez’ ve ‘kol kırılır yen içinde kalır’ dayatmasına itiraz yükseliyor hikâyede.
Bu sözler, bir nasihat değil, bir susturma yöntemi. Bana kalırsa şiddetin en korkunç hâli, görmezden gelinerek meşrulaştırılandır. O yüzden Firuzan’ın hikâyesi, biraz da “biliyorum ama susmuyorum” deme çabasıdır. Kol kırılınca yen içinde kalmasın, o kol artık kırılmasın çabasıdır. Sessizlik, kimi zaman bir başka suskunluğun sebebi ve bazen suç ortaklığıdır. Firuzan’da, bu suça ortak olmak istemeyenlerin sesini işitiriz.
■ Firuzan’a özel bestelediğiniz şarkılarınız da eşlik ediyor romana…
O şarkı, her ne kadar bir ölünün ardından yazılsa da bir yas değil, “Buradaydılar” demek için bir hatırlatma. Şarkıları, romanın sesle devam eden yüzü gibi düşünerek ele aldık. İkisi roman karakterleri için yazılmış yedi şarkılık bir albüm var kitabın içinde: Satır Arası Türküler. İstedik ki; romanın kapağı kapansa dahi yoldan geçerken duyduğunuz bir notadan Firuzan’ın sesi duyulsun.