04.05.2025 - 07:01 | Son Güncellenme:
Ümran Avcı - Yazar, çizer ve mimar Ertuğ Uçar, kurgu ile gerçeğin iç içe geçtiği öykülerini “İstanbulin”de bir araya getirdi. Yazar, ‘insanların gündelik bir iş olarak kıta değiştirdikleri’ bu efsunlu kent üzerine yazdıklarını kendi kaleminden çıkma eskizleriyle süslüyor. Böylece bir İstanbul belgeseli izletiyor âdeta. Öykü ve denemeleri okurken isimleri başka bir uygarlıktan kalmış İstanbul sokaklarını arşınlıyoruz yazarla birlikte. Yüzlerce yıl önce geçip gidenlerin izlerini sürüyoruz. İstanbul’un inşai kargaşası eşliğinde balıkçı köylerini dolaşıyor, oradan Pera’ya geçiyoruz. Aşiyan’a gidip önce Orhan Veli’nin, ardından İlhan İrem’in mezarını ziyaret ediyoruz… Uçar’ın ‘İstanbul’un endemik canlıları’ diye tanımladığı yalıların önünden geçiyoruz sonra. Artık olmayan kayıkhaneleri, yalılara et, süt taşıyan kayıkları hayal ediyoruz… Ertuğ Uçar, İstanbul’a dair hoşa giden şeyleri nitelemek için kullandığı “İstanbulin” adı altında kentin haritasını çıkarıyor. İstanbulin şeyleri anlatırken de bu canım şehri tanıyıp anlamaya ve ona kulak vermeye davet ediyor nazikçe…
■ İstanbul için bir harita var mı aklınızda. Yani İstanbul neresi?
İstanbul metropolünün bir ucu İzmit Körfezi’nin derinlerine diğer ucu Trakya’nın ortalarına erişmiş. Yönetenlerin bile sınırlarını belirleyemeyeceği biçimsiz bir organizma. Yürümeyi bırakın, otomobille bile keşfetmek, anlamak kolay değil. Ben “İstanbulin”de içinde dolaştığım şehrin sınırlarını şöyle çiziyorum. Tarihi Yarımada, Galata ve sonra Boğaz boyunca her iki tarafta Karadeniz’e dek uzanan kıyı kenti olarak İstanbul. Yani denizle duyusal ilişkinizin devam ettiği her yer. Vapur düdüğünü duyuyor, esintide hafif bir deniz kokusu alıyor, gökyüzünde süzülen martıları görüyorsanız tarif ettiğim İstanbul’dasınız demektir.
■ ‘Kilise’ başlıklı yazınızda, “Hiçbir sergi İstanbul’un kendisinden daha tuhaf, ilginç, yaratıcı olamaz gibi geliyor” diyorsunuz…
Kilise yazısında bahsettiğim sokak, Mirimiran Sokak. Dolapdere’de. İstanbul’un katmanlaşmasının, güzellik ve çirkinliğinin, yaratıcılığının, insanlar arasındaki ilişkilerin, tuhaf yapılaşmasının ve kendine özgü kent ekonomisinin izlenebileceği bir ekran gibi. Çok önemli ve zevk aldığım bir sergiden çıkmıştım bu sokaktan ilk geçtiğimde. Çünkü Arter’in hemen arkası. Bu cümle o anda yerleşti ağzıma: Evet, hiçbir sergi İstanbul’dan daha yaratıcı olamaz. Sokakta bir Rum Ortodoks Kilisesi, sağında solunda o dönemi yansıtan harabe hâlinde başka yapılar, eski yıkık bir benzinlik, arkaya doğru merdivenli sokak serileri boyu birbirinin üstüne tırmanan evler. Hepsi eklene eklene büyümüş, mantarlar gibi etrafa yayılmışlar, neresi orijinal asla bulunamaz. Sokak boyu her dükkân depo ve boşluğa yerleşmiş, şehrin atık depoları. Buradaki atölyelerde imal edilen tuhaf araçlarıyla Taksim, Cihangir, Şişli tepelerinde topladıkları çöpleri ayrıştırmaya getiren gençler. Hızla geçseniz alelade bir sokak. Ama durup burada neler dönüyor anlamaya çalışırsanız, şehrin her sokağı gibi söyleyecekleri çok.
■ İnsanların yaşadığı kenti tanımadığını görüyoruz yazılarınızı okurken. İstanbul’un içinde ama kente yabancı yaşıyoruz sanki…
Çağımızda kimsenin sabrı yok. Çabucak öğrenelim, okurken dinleyelim, toplantı yaparken araba sürelim istiyoruz. Dolayısıyla turlar kısa. Üç günde Barselona, bir gecede Eskişehir. Rehber kitaplar tabii ki bir yöntem şehirleri tanımak için. Ama tek boyutlu. Şehirleri önemli yapılardan oluşmuş bir kütle olarak resmediyorlar. Camiler, çeşme, hamam ve saraylar, parklar, sütunlar, yalılar ve kiliseler. Haritalarda bunlar numaralandırılıyor; biz de sırayla bu binaları gezip görüyoruz. Aklımızdan uçup gidecek tarihleri ve sultanları dinliyoruz. Bunların önemini tabii ki yadsımıyorum ama özellikle İstanbul gibi bir şehirde şehrin dokusunda devam eden enerjik, asimetrik ve sürprizli gündelik hayata şahit olmak en az bu anıtlar kadar önemli. Yapılar donanımsa, hayat da yazılım. Şehrin farklı mahallelerinde dolaşmayı öneririm. Bu semtler, Boğaz kıyısındaki köyler, sırtlardaki gecekondu mahalleleri aynı gibi görünüyor ama hepsi başka dünyalar.
‘Önce çizdim sonra yazdım’
■ “İstanbul bir ölüler şehri” diyorsunuz. Ardından da “Hepimiz perili binalarda oturuyoruz” diye ekliyorsunuz.
İstanbul’un ölüler nüfusunu kimse tahmin edemez. Ama yaşayan nüfusu geçtiği açık. Tarihi haritalardan öğreniyoruz ki bugün Galata’da bu röportajı yaptığımız ofis, Gümüşsuyu’nda, Şişli’de apartmanlar hepsi mezarlıkların üzerine inşa edilmiş. Yerin altı bu şehirden geçip gidenlerin bedenleriyle dolu. Metro kazılarında, restorasyon çalışmalarında neresi kazılsa kemik çıkıyor. Perili bir şehir burası. Tuhaflığı ondan.
■ Hikâyelere, denemelere eşlik eden eskizlerden bahsetmezsek olmaz…
Önce eskizler vardı. 10 seneden fazladır çiziyorum. İki-üç sene önceydi. Defterleri önüme koyup eskizlere bakarken şu soruyu sordum kendime. ‘Bu çizimlerin ortak yanı ne? Şehirde neden şu önemsiz gibi görünen köşeyi, şu ağacı veya bu sıradan görünen manzarayı çizmişim?’ Cevabı bu kitap oldu. İstanbulin şeylerdi çizdiklerim. Şehri ören dokuyu bu sokak, yokuş ve çıkmazları, park, mezarlık ve kaldırımları tekrar dolaştım sonra. Bu kez yazmak için. Önüme çıkanları, güzellikleri ve çirkinlikleri, kedileri ve insanları, ağaçları ve mezar taşlarını birbirinden ayırmadan oldukları gibi anlatmaya çalıştım. Önce çizdim sonra yazdım genellikle. Arada tersi de olmuştur tabii. Ama şimdi hepsi, eskizle yazı ve gerçekle kurgu, bu kitapta birbirine karıştı gitti.