11.06.2023 - 07:00 | Son Güncellenme:
Evrim Altuğ - Metis Yayınları’nın Emine Bora ve Semih Sökmen imzasıyla hazırladığı Sanatlar ve İnsan/Sinema dizisinin yeni halkası, yazar, akademisyen, araştırmacı Fidan Terzioğlu’ndan geldi. Kendi kelimeleriyle, “Birbiriyle ilişkisiz gibi görünen alanların ilişkiselliğini keşfetmeyi iş edinen” Terzioğlu, “Hayat Roman” (2001), “Her Şeyi Gören Gözler” (2002), “Hazdan Kaçan Kadınlar” (2006) gibi romanlarıyla da tanınıyor.
Terzioğlu’nun okura “İnsanı İnsan Yapan Nedir?” sorusunu sorduğu son çalışması “Yapay Zekâ Filmlerine Tasavvuf Gözüyle Bakmak” niyeti ve alt başlığı taşıyor. Terzioğlu, kapağında Disney’in hem çocukları hem yetişkinleri tatmin eden felsefi ve eleştirel animasyon yapımı “Wall-E”yi konuk ettiği kitabında, eserle aynı sorunun peşinde, “Sinema tarihinde derin iz bırakmış yedi önemli yapay zekâ filmine tasavvufun gözüyle bakarak bizi bir yolculuğa çağırıyor: Bilmediğimiz, arzuladığımız, istemediğimiz ötekilikleri görebilmek, izleyebilmek ve dönüştürebilmek için.”
Yazarla, “2001: “A Space Odyssey” (1968), “Blade Runner” (1982), “The Matrix” (1999), “A.I.-Artifical Intelligence” (2001), “Wall-E” (2008), “Her” (2013) ve “Ex Machina” (2014) filmlerini irdelediği kitabı ile çağrışımlarını kayıt altına almak istedik.
Kitaba başlarken okuru “Bu kitabın her aşamasında, ‘öteki’yle kurulan ilişkileri incelerken bu düşüncelerin ışığında ilerliyoruz. Bu araştırmada, ötekiliğin bilinmeyen, arzulanan ve istenmeyen yönlerine bakıyoruz çünkü ötekilik, her durumda bu üç boyutu içerir” diyerek tembihliyorsunuz. Bu bilgilendirmeden hareketle, dünyanın NFT’ler, dijital âlem başlıkları ve Bitcoin’lerle, yapay zekâ algoritmaları ile bağımlı kılındığı günümüzde, hepimizi ötekileştiren sistem, bizleri nasıl üretiyor veya sömürüyor olabilir?
Kitabın yola çıkış sorusu, dünyayı bu şekilde algılamanın bize giydirdiği zihniyetle ilişkili. Kendimizi nasıl işlediğini kavrayamadığımız sistemlere bağımlı olan ve ötekileştirilmiş bir kişi olarak görmeye nasıl razı olduk? Böyle bir bakış açısına mahkûm olmamamız gerekir. Kendimizi ve bizi çevreleyen dünyayı başka cümlelerle tarif etmenin, başka yöntemlerle kavramanın yolları olmalı. Beni kendisine bağımlı kıldığını düşündüğüm, beni edilgin kıldığına inandığım bir dünya tasviri bana çok fazla eylem alanı bırakmaz. Düşünme ve hareket etme imkânlarımı kökünden imha eder. O yüzden de bu zihniyeti ters yüz edip enine boyuna sorgulamanın yollarını bulalım derim, hep birlikte.
Kitabınızda tespit ettiğiniz gibi bilim-kurgu edebiyatının ağırlıklı tarihi, ‘distopik’ anlatılarla kurulu. Bunlara dair Mary Shelley, H.G. Wells, George Orwell, Aldoux Huxley, Kurt Vonnegut, Philip K. Dick, J. G. Ballard, Margaret Atwood gibi örnekleri sıralıyorsunuz. Peki, günümüz ‘görünmez’ bilim-kurgu örnekleri için referanslarınız nedir? Hızla dönüşen ve dönüştürülen, yazık ki ekolojik bağlamda tükenen dünyada ‘bu da hiç olur mu’ dediğiniz yarı bilim, yarı kurgu ütopya veya distopyalar için bize neler söylersiniz?
Günlük dilde birbirimize dünyayı tasvir etmek için kurduğumuz anlatılar, biz onların gerçeği yansıttıklarına ne kadar inanırsak inanalım, birer bilim kurgu anlatısı bir bakıma. Bunda çok yadırganacak bir şey yok. Bildiklerimize dayanarak, bilmediğimiz çok geniş alanları kapsayan varsayımlar yapıyoruz, genellemelere varıyoruz. Düşünme ve hayâl etme yetilerimiz böyle işliyor. Galiba mesele, düşünme ve hayal etme alışkanlıklarımızla ilişkili. “Felaketi gördüm, işte böyle” demenin yaşattığı çok kudretli, anlık bir haz deneyimi var. Onu sorgulamak lazım. Kendi aklımdan geçenler de dahil “bu böyle, şu şöyle” diye kestirip atan, kalın çizgili tasvirler karşısında irkiliyorum. İrkilmekten de şikâyetçi değilim. Bunlara kapılıp gitmeyi hiç istemem. “Gerçekten mi? Emin misin? Başka ihtimaller de olabilir mi?” diye sormak isterim.
Bu kitap bana “E.T.”, “THX 1138” ve “The Truman Show” gibi diğer ‘kült’ filmleri de sorgulattı. Belki onlar için de bir-iki kelime söylersiniz.
Kitabın önerdiği biraz farklı bir bakış açısı, biraz farklı bir kavrayış yöntemi var. O yolu tutarak ilerleyince, sözünü ettiğiniz kült filmler de, değer verdiğiniz başka her türlü hikâye de farklı hikâyelere dönüşebilir. Eskiden beri sevdiğiniz hikâye yeni bir anlam kazanabilir ya da hiç ısınamadığınız, uzak durduğunuz hikâye zengin bir deneyim hâline gelir. Hayatımızın tümünü hikâyeler üzerinden yaşadığımızı, hikâyelerle anlam kurduğumuzu düşününce, araştırma alanımız filmlerle sınırlı kalmıyor. Merak ettiğimiz, cazibesine kapıldığımız, yaklaştığımız her şey, bakışımızdaki en küçük dönüşümle yeni anlamlar kazanabiliyor.
“İnsan zekâsının daha farklı boyutları olmalı”
Kitapta yapay zekâ film ve TV dizilerindeki patlamaya, bu alandaki kült filmlerle gönderme yapıyorsunuz. Size göre bu ‘üretkenlik’ neyin habercisi olabilir?
Kendimizi insan olarak tarif ederken ne dediğimizi daha iyi anlamaya ihtiyacımız var sanırım. Ne olduğumuzu anlayabilmek için ne olmadığımıza dair hikâyeler kuruyoruz. İnsan olmayan ama insan gibi görünen ve insan gibi konuşup davranan kişiler kurgulamak, bu kişilerle ilişki kurarak kendimizi tanımak çok zevkli ve zengin bir tecrübe. Bu da aslında binlerce yıldır yaptığımız bir şey.
Şimdi bu hikâyelere yapay zekâ figürlerinin hücum etmesi, dijital ortamdaki algoritmik düşünceye fazlaca kapılmamızla ilgili olabilir. Fiziksel ilişkilerin çok boyutlu alanından çekilip algoritmaların ikili karşıtlıklar üzerinden işleyen düzeneğine gömülüyoruz. Bu düzenekte insan zekâsının yapay zekâ karşısında çok zayıf kaldığı vehmine kapılmak mümkün. Ama insan zekâsının daha farklı boyutları, farklı imkânları olmalı. Merak ediyoruz. Filmler de bu merakımızın birer ifadesi.