19.06.2023 - 04:47 | Son Güncellenme:
Umut M. Doğan
Umut M. Doğan- Hıdır Baba Dergâhı’nın yer aldığı tepeye doğru yavaş adımlarla yürüyorum. Tepeye ramak kala başımı çevirdiğimde Meriç ve Tunca nehirlerinin yemyeşil kıldığı Edirne gözümün seyri boyunca uzanıyor önümde. Adını, Bektaşiliğin kadim Hıdır Baba inancından alan Hıdırlık Tabyası’nın girişinde bir süre dikiliyorum. Önümde tüm tabyayı sardığını bildiğim geniş ve derince bir hendek, karşımda ise yeni restore edilmiş, parlak görünümüyle yılların yorgunluğunu saklamaya çalışan nizamiye kapısı duruyor. Balkan Savaşları’na dair okuduğum kitaplar, izlediğim belgesel filmler geçiyor gözümün önünden. Derin, canımı yakan bir iç çekiş ile kendime gelip yürümeye başlıyorum. Nizamiye kapısını geçip geniş avluya ulaşıyorum. 19. yüzyılın başında, Rus ordularının neredeyse başkent İstanbul’a kadar uzanan işgal girişimleri, Balkan coğrafyasında yaşanan milliyetçi hareketlenmeler, Osmanlı Devleti’ni savunma garnizonları ile donatılmış bir Edirne’ye muhtaç etmiş. Edirne’nin 24 hâkim tepesi üzerindeki bu savunma garnizonlarına “tabya” deniliyordu. Bu ad, Arapçada “gömme, paketleme, yığma, donatma” gibi anlamlara gelen “ta’biye” kelimesinden türetilmiştir.
Ana karargâh binası
Avlunun merkezine oturtulmuş olan ana karargâh binası, Mehmetçiğin koğuşu, yemekhanesi, komuta merkeziydi. Savaş günlerinden kalan korkuların, ümitlerin, hüzünlerin sindiği bu binaya girdiğim anda koridorlardan birbirine karışan sesler duymaya başlıyorum. Balkan Tarihi Müzesi’nin tanıtım videolarından geliyor o sesler. Girişte Edirne tarihinin kronoloji tablosuna bakarken hemen arkamdaki duvarda yer alan ekranda, kentin kısa tarihi anlatılıyor. Sinevizyon görüntüleri, sesli anlatımlar, fotoğraflar ve balmumu heykeller, ziyaretçinin belleğini güçlendiriyor. Koridorda geri dönüp tekrar ilk hole ulaştığımda binanın uzun koridorundan gelen top sesleri ilişiyor kulağıma. Oraya yöneldiğimde Balkanlar’daki görkemli tarihimizin gururu, yerini yavaş yavaş bir ürpertiye bırakıyor. Koridorun loş karanlığında yankılanan top sesleri, Balkanlar’daki o “şanlı ilerleyiş”in bittiğini, “gerileme devri”nin başladığını duyuruyor sanki. Karargâhın ikinci hol açıklığına ulaştığımda, olduğum yerde kalakalıyorum! Oysa “harika bir müzecilik aklıyla” düzenlenmiş, çocuk etkinlik alanı burası. Holde sıralanmış rengârenk masalarla oturan çocuklara bakıyorum; videoda “savaş ve çocuklar” konulu sunumu izliyorlar. Ekrandaki çocuk savaşçıların gözleri, masalarda oturan çocuklarınkine benziyor. Hepsi de masum, tertemiz ve umut dolu.
Zorlu direniş
Yıl 1912, Balkan devletleri bağımsızlık talebiyle ayaklanmış. Sırp ve Bulgar ordusu hızla Edirne’ye doğru ilerlemeye başlamış. Osmanlı ordusuna bulaşan siyaset illetinden nasibini alan, tenzili rütbe ile cezalandırılan Erzurumlu Şükrü Paşa’ya Edirne müdafaası görevi tebliğ edilmiş. Şükrü Paşa, bu zorlu görevi hiç düşünmeden kabul etmiş. Zira savunacağı kent sıradan bir Osmanlı şehri değil, ikinci payitahttı. Balkan Savaşları arifesinde askerlik şubelerince kaydı yapılan 800 bin asker adayına rağmen, savaşa katılan Mehmetçiğin 250 bini zor bulduğu yazıyor panoda. Yoksul, bitap, tükenmiş ve inancını yitirmiş bir imparatorluk tebaası. Şükrü Paşa, Mehmetçiği ile direniyordu. “Yirmi güne varmaz hem ikmal hem levazım takviyesi emrinize ulaşacaktır” diye telgraf geldi Sadaret’ten. Yardım gelmedi. Gelen sadece, Balkanlar’daki zulümden kaçan, yalın ayak yollara düşen 100 binlerce muhacirdi. Kış kapıya dayanmıştı. Şehrin yiyecek stokları tükeniyordu. Ekmek karneye bağlanmış, buğdayın yetmediği zamanlarda ise süpürgecilerden alınan süpürge saplarının tohumları ezilerek un haline getiriliyordu. Göç yollarında hayata tutunabilenler, şehirdeki kıtlıktan, kente bir karabasan gibi çöken bulaşıcı hastalıklardan ölüyordu. Meriç boylarını bir adım bile geçemeyen Bulgar ordusu, Istranca (Yıldız) Dağlarını aşıp Kırklareli, Lüleburgaz ve Babaeski’yi işgal etmişti Hâlâ umutla bir yardım, bir takviye gelsin diye bekleyen Edirne dört bir yandan sarılmıştı. Şükrü Paşa, destek bekliyordu hâlâ... Uzun koridor boyunda yer alan odalarda Balkan Savaşlarına dair bilgiler yer alıyor. Bulgar istihbarat zeplinlerinin fotoğraflarına bakınca Edirne’de, Kapıkule yolunun kıyısında diz çöküp her gün hüngür hüngür ağladığına inandığım hangar binası geliyor aklıma. Türk mimarlık tarihinin ilk betonarme binasıdır bu. Balkan Savaşları sırasında, zeplin havalandırmak için yapılmış. Ne yazık ki o zeplin balonlarını harekete geçirecek gazı yurt dışından satın alınacak para hiçbir zaman bulunamamış. Aynı odada bir vitrini gururla süsleyen 174’üncü Alay Sancağı ne çok şey anlatıyor insana. Üzerinde solmuş şehit kanları olan bu sancak, dönemin Erkan-ı Harp Kaymakamı M. Şerif Bey’in bir hediyesidir Edirne’ye.
Esaret günleri
Mart 1913. Daha fazla direnmenin nice canlara mal olacağını bilen Şükrü Paşa, İstanbul’dan geleceği söylenen destekten umudunu kestiği gün teslim oluyor. Hem Sofya’ya götürülen Şükrü Paşa hem de Edirne halkı için çok kötü günler başlıyor. Türk evleri yağmalanıyor. Yüzlerce Edirneli, Bulgarlar tarafından esir alınıyor. Esirler, Tunca Nehri’nin kenarında, Sarayiçi denilen yerde tutuluyorlar. Esir kampına alınanlardan Doktor Rıfat Osman Bey’in şu sözleri, beş ay süren esaret günlerinin vahşetini anlatmaya yeter de artar bile: “Sarayiçi’nde başlayan tahammülsüz esaret hayatının ikinci günü zabitana bir ekmeğin dörtte biri verildi. Efrat ise aç! Birkaç saat ıslanmadan yenilmesi mümkün olmayan bu ekmekler kim bilir kaç gün evvel pişmişler? Üst kabukları yemyeşil, içleri küf kokulu ve kurtlu!” Koridorun sonlarına doğru, bir sembolik göç arabası sergileniyor. Fonda, Rumeli türküleri... Hüzün tınısında bile bir eğlence, bir temaşa saklıdır bu türkülerin. Tıpkı göç yollarının genetiğinde bıraktığı acı izleri, renkli oyun havalarıyla kapatmayı bilen Rumeli halkı gibi. Edirne’nin ıstırap içinde olduğu günlerde İstanbul’da da politika kazanı kaynıyordu. 23 Ocak 1913’te Binbaşı Enver Bey öncülüğünde Bab-ı Âli Baskını yaşandı. Bu baskının siyasi sonuçlarını tarihçiler tartışa dursun. Biz biliyoruz ki Edirne’nin kurtuluşuna giden yolun bir adımı oldu bu baskın. İktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Partisi, Savunma Bakanlığı görevi verdiği Binbaşı Enver Bey ve Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa’nın komuta ettiği orduları Trakya’ya gönderdi. Onlara Trakya’nın belli bölümlerinden ordular katılıyordu. Aralarında henüz genç bir subay olan Mustafa Kemal’in komuta kademesinde yer aldığı Bolayır’daki 4. Kolordu da vardı. Kimi kaynaklara göre, Enver Bey komutasındaki küçük bir grup askerin düzenlediği bir gece baskını, Edirne’deki Bulgar işgal ordusuna vurulan son darbe olmuştur. Balkan Savaşları, sadece birkaç aylık hikâyedir. 250 bin insanın göç yollarında, ateş hattında ve bulaşıcı hastalıkların kıskacında can verdiği birkaç ay...
Adı “Balkan Savaşları Müzesi” olmalıydı diye düşündüğüm bu müzenin, ana binasından çıkıp avluyu çevreleyen sergi odalarını geziyorum. T16 bataryasının bulunduğu son odadaki ekranda sıra sıra isimler akıyor. Mahmut oğlu SelimGümüşhane, Kamil oğlu Cemil-Mardin, Cuma oğlu Fethi-Zonguldak. Şehitlerimiz, Balkan Savaşları’nda canını tam da buralarda bırakanlardan sadece birkaçı. Başımı eğip selam veriyorum. Şükranla. Tabyanın en yüksek noktasındaki seyir terasına çıkıp üç nehrin suladığı doyumsuz yeşile bakıyorum. Selimiye’de okunan ezanın yankısı yayılıyor. Ve şükrediyorum... ki bu topraklar “Yurtta Barış Dünya’da Barış” vizyonuna sahip Mustafa Kemal Atatürk’ü yarattı da coğrafyaya acılar katan savaşlara son noktayı koyan Cumhuriyet kuruldu.