“Ne çok bakmışım o sarı saçlarına, yeşil gözlerine. Hem de öyle çok bakmıştım ki kilometrelerce uzakta bile olsam, orada olduğunu görebilecek kadar ezberlemişim. O bana hiç bakmadığından onun yüzünü incelemek benim için hep daha kolay olmuştu. Sarı, uzun kirpiklerinin altından bakan yemyeşil gözleri vardı Uğur’un. Kimi zaman elaya çalan eşsiz bir yeşil… Acaba yıllar sonra kızının kirpiklerinin de o kadar güzel ve uzun olacağı hiç aklına gelir miydi?”
Geleneksel kültürümüzün ta içinden kopup gelmiş, muhafazakar bir aile yapısıyla büyümüş, ürkek, kırılgan, özgüvensiz bir genç kız… Lise yıllarında dört sene boyunca hoşlandığı gence bir türlü açılamamış, sonradan gittiği dershanede tesadüfen aynı sınıfa düşmesine rağmen duygularını yine ifade edememiş, ardından biri İstanbul’da mühendislik, diğeri Ankara’da matematik bölümünü kazanınca yolları ayrılmış iki genç insan… Bir daha asla görüşemeyeceklerini düşünürken hayatın garip bir cilvesiyle tekrar iletişime geçiyorlar.
Süreyya Ülkü Güler’in “Cennetin Bir’İnci günü”, sade ve içten anlatımıyla daha ilk satırdan itibaren sarıp, sarmalıyor bizi. Süreyya’nın lisede tek taraflı olarak kıvılcımlanan yüreği, üniversite döneminde aralarındaki kilometrelerce mesafeye rağmen aşka dönüşürken biz de bir genç kızın kalp çarpıntılarını paylaşıyor, günümüzün hızlı tüketilen ilişkilerine inat, her yudumu sindirerek, saf bir aşkı adeta adım adım takip ediyoruz.
Süreyya’yı sosyal medya hesaplarından takip ediyor, onu, cesur, bilgilendirici, mücadeleci kişiliği ve bir özel çocuk annesi kimliğiyle tanıyorsanız, bu kitabın tamamen Down Sendromu odaklı bir kitap olacağını düşünmüş olabilirsiniz. Oysa Cennetin Bir’İnci Günü, ilk bölümlerinde beklentilerimize ters köşe yaptırarak, bizi lise çağlarındaki duygularımızla buluşturuyor, o ilk aşklarımızı dudağımızın ucunda bir gülümsemeyle anımsatarak, şaşırtıcı bir başlangıç yapıyor.
Kitabın devamında üniversite eğitimi devam ederken ailesiyle ilgili bir gelişmeden ötürü Süreyya’nın yaşamının nasıl değiştiğine tanık oluyoruz. Hayat ona kimi acı, kimi tatlı türlü sürprizler getirirken Süreyya büyüyor, o kırılgan liseli genç kız bedeninin içinden adeta bir kelebek gibi olgun, kendine güvenen, amaçları ve hayalleri peşinden yorulmadan koşan bir genç kadın çıkıveriyor. Bu süreçte dünyaya gelen yeğeni İrem ile sevgi dolu, ancak küçük kızın ciddi rahatsızlığının verdiği belirsizlikle gölgelenen ilişkisine tanık oluyoruz. Henüz evli bile olmadığı halde yeğenine olan derin sevgisi, ilgisiyle, ileride nasıl özenli bir anne olacağının ipuçlarını veriyor Süreyya.
Uğur ile ilişkisi devam ederken bir diğer sürpriz haber yaşamında beklenmedik, bir sayfa açıyor. Girdiği kamu personeli sınavı sonucu Türkiye’nin bir diğer ucuna, Hakkari’ye matematik öğretmeni olarak atanıyor. “Evrenin enerjisi müthiş. Bazen konuşurken ağzınızdan çıkan kelimelere çok dikkat etmek gerek.” diye anlatıyor bu durumu Süreyya. 2011 senesi olmasına rağmen siyasi açıdan hala karmaşık, günlük yaşamın patlama sesleriyle bölündüğü bir coğrafyada, oturduğu apartman şehir şebekesine bağlı olmadığı için taşıma suyla çamaşırlarını/bulaşıklarını yıkarken ve kar nedeniyle araba çıkmayan yokuş yolda düşe kalka okula ulaşmaya çalışırken Süreyya ile birlikte bizim de soğuktan ellerimiz/içimiz titriyor, düşünüyoruz. Ülkemizi, olumsuz koşullarda günlük yaşamına devam etmek durumunda olan doğulu insanımızı ve öğretmenlik mesleğinin her türlü zorluğuna baş kaldıran emeğini düşünüyoruz. Ancak şartlar ne olursa olsun umut veren, “Ekşili dolma sarıyorum kız, gelin hadi!” diyen dostluklar; bir çok çocuğun “matematik ışığı” olmanın gururu ve batıdaki birbirinden kopuk, şehirli yaşama tezat, hayatı güzelleştiren insanlığımız da var doğuda… Süreyya ile birlikte bunları bir kere daha hatırlıyoruz.
Süreyya Hakkari’deki ilk senesinde, yarıyıl tatilinde, süre kısıtından ötürü apar topar evleniyor ve eş durumundan ötürü tayinini istiyor. Nikahı, aile içinde yaşanan tartışmalardan dolayı beklediği gibi gerçekleşmese de, sonrasında ilk tercihi olan okula atanıyor ve memleketi olan Tekirdağ’da göreve başlıyor. Bu meyanda yeğeni İrem’in ilerleyen rahatsızlığına ve vefatına tanık oluyoruz. Hikayenin bu bölümünde sessizce ıslanan yanaklarımızı silip, kafamızı kitaba daha bir gömerek, minik İrem’i ve ailesini bağrımıza basıyoruz. Işıklar içinde uyusun…
Süreyya’nın eşi Uğur’la ilişkisini ve ardından öğretmenlik sürecini anlatan ve yeğeni İrem’in vefatıyla sonlanan ilk bölümünde Reşat Nuri Güntekin’in meşhur romanı Çalıkuşu’nu anımsatan bir hava var. Süreyya önce naif, ancak zaman içinde olgunlaşan, duygusal ama gerçekçi kişiliğiyle bir açıdan Feride’ye benziyor. Eşi Uğur’a duyduğu, uzun süre yüreğinde sakladığı, çeşitli engellerle karşılaşıp uzaktan da olsa canlı tuttuğu aşkı, birebir olmasa da Feride’nin gizli aşkı Kâmran‘ı hatırlatıyor. Kâmran Feride’ye Tekirdağ’daki teyzesinin bahçesinde, salıncakta sallanırken evlilik teklif etmişken, Süreyya ve Uğur’un Tekirdağ’da evlenmesi ne tatlı bir tesadüf değil mi? Süreyya’nın Hakkari’deki görevi, Feride’nin Bursa’nın küçük bir köyü olan Zeyniler’de zor koşullarda yaptığı öğretmenlikle benzeşmiyor mu? Aralarında neredeyse 100 senelik bir süre farkı olmasına rağmen bu iki genç kadının hayat öykülerinin paralelliği okuyanları mutlaka şaşırtacak ve düşündürecek.
Kitabın ikinci bölümü Uğur ve Süreyya’nın bebek istemesiyle başlıyor. Kaybettiği yeğeninin acısını yüreğinde duyumsayan Süreyya, bir kız çocuğunun özlemini çekiyor. Bir ay sonra müjdeli haber geliyor. İlk aylardaki bulantı dışında genel olarak sorunsuz geçen bir hamilelik tablosu var. 12. haftada yapılan ikili testin sonucu biraz şüpheli olsa da doktorun telkiniyle herşeyin yolunda olduğunu düşünüyorlar.
Beklenen doğum tarihine dört gün kala, 38 haftalık hamileyken yapılan doktor kontrolünde bebeği sezaryenle almaya karar veriyor doktor. Süreyya o anı şu şekilde anlatıyor:
”Derken güçlü bir ağlama sesi duyuldu. Dünyaya o değil de ben yeniden gelmiştim sanki. Yeşil ameliyathane çarşafları içinde sardıkları pembe kızım benim… Saçları ıslak, simsiyah. Sağlık kontrolü için yukarıya önce kızımı çıkardılar. Benimse daha yarım saat orada titreyerek işlemlerin bitmesini beklemem gerekiyordu…
…Beni odaya götürdükleri sırada bir hemşire gelip —Doktor bey, babasını çağırıyor— dedi. O cümlede ne vardı bilmiyorum. Olağan ve basit bir cümle olmasına rağmen nedense içime bir ateş düşmüştü. (Uğur) —Sakin ol, ne olacak, bebeği vereceklerdir— diyerek gitti.
Hemşireler beni zar zor yatağa yatırdıktan hemen sonra da içeriye önden Uğur, arkadan da bir doktor girdi. Uğur’un bakışları donuk, gözleri dolu doluydu. Yanıma gelip sıkıca elimi tuttu…
… Uğur daha bana cevap veremeden doktor konuşmaya başladı: Bebeğin Down Sendromlu olduğunu biliyor muydunuz?”
Bu çarpıcı satırlarla beraber başlayan ikinci yarıda, kitabın yazılmasına ilham veren minik İnci’nin hikayesine, bir başka deyişle “Bir Down Hikayesi”ne tanık oluyoruz. Kendi tabiriyle ilk anda dipsiz bir kuyuya düşen annenin, o kuyudan gücünü toplayarak nasıl çıktığını; zaten eksik ve aksak eğitim sistemimizde İnci’nin gerekli olan eğitimleri, terapileri alması için nasıl çabaladığını; kendilerine yanlış bilgi veren doktorla adalet mücadelesini; topluma ve hatta kendi ailesine Down Sendromu’nu anlatırken karşılaştığı zorlukları; güncel hayatta yaşadıkları Down Sendromu’yla bağlantılı sıkıntıları, bunları nasıl aştıklarını ve hayatı güzelleştiren küçük ayrıntıları samimi bir dille anlatıyor Süreyya. Bu satırlarda bir annenin gücüne, kararlılığına ve evladına olan sonsuz sevgisine tanık oluyoruz.
Güler, hayatından özel bir kesiti oldukça yalın, objektif ve bir o kadar da duygulu bir şekilde anlatıyor. Kitabın içinde son derece üzücü olayların dile getirildiği bölümler olmasına rağmen, insanın içini ezen bir demagoji yapmadan dile getirilmiş duygular… Hikayeyi tamamlayınca Süreyya’nın aslen rakamlarla uğraşan bir matematik öğretmeni olduğuna inanamıyorsunuz. Sanki ilk kitabını kaleme almış acemi bir yazar değil de, uzun süren edebiyat geçmişi olan bir usta gibi…
Zaman içinde adeta evrim geçiren kişiliği, duyguları, gururu, isyanları, sevinçleri, korkuları, kayıpları, aile içi çatışmaları, aşkı, azmi ve hepsinin üstünde sevgi dolu anne yüreğiyle çok gerçek, çok içimizden bir kadının hikayesi Süreyya’nınki. 2017 senesinde Arkadya Yayınları’ndan çıkan Cennetin Bir’inci Günü’nünde, hayatın çok başındaki genç kızlar, bebek bekleyen anne adayları, özel çocuk sahibi olan ve olmayan tüm anneler (ve elbette babalar) kendilerinden bir parça bulacak. Eminim siz de benim gibi elinizden bırakamadan, kimi zaman kocaman bir gülümsemeyle, kimi zaman gözlerinizde yaşlarla, ama mutlaka beğeniyle ve bir solukta okuyacaksınız. Hayatının zorluklarla dolu olduğunu düşünenler, yeni başlangıçlar için cesaret arayanlar da mutlaka alsın bu kitabı. Zira, “Nereden biliyorsunuz hayatın altının, üstünden daha güzel olmayacağını?”
Not: Süreyya, İnci ve Uğur’u yakından tanımak için daha önce BebekveBen’de yayımladığım Sıradışı Aileler: Down Sendromu ve İnci yazımı okumayı unutmayın.