Oğuz Kara

Oğuz Kara

kara@oguzkara.av.tr

Tüm Yazıları

Viyana’yı ziyaret ettiyseniz bilirsiniz, Schönbrunn Sarayı mutlaka görülmesi gereken yerlerden biridir. Görkemli mimarisi, etkileyici bahçeleri ve tarihî dokusuyla ziyaretçilerini büyüler. Ancak sarayın duvarları arasında dolaşırken bir figür tüm hikâyelerin önüne geçer: Güzelliğiyle efsaneleşmiş, zarafetiyle simgeleşmiş ve trajik yaşam öyküsüyle hafızalara kazınmış İmparatoriçe Elisabeth, namıdiğer Sisi. 

Sisi, yalnızca Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir figürü değil; beden algısı, zarafet takıntısı ve toplumsal beklentilerin tarihsel bir yansımasıdır. Zayıflık onun için yalnızca estetik değil, aynı zamanda güç ve kontrolün simgesiydi. Uyguladığı sert diyetler, takıntılı kilo takibi ve yorucu egzersiz rutinleri, beden üzerinden kimlik inşa etmenin çok eski bir biçimini temsil eder. 

Haberin Devamı

Bugün, 19. yüzyılın saraylarında hüküm süren bu baskılar farklı formlarda karşımıza çıkıyor. Estetik standartlar değişti ancak beden üzerindeki denetim duygusu hâlâ aynı. Sosyal medyanın filtreli dünyasında, beden sadece bir görünüm değil, başarı ve değer göstergesi olarak kodlanıyor. 

Yakın zamanda kamuoyunu derinden sarsan Nihal Candan’ın anoreksiya nervoza nedeniyle yaşadığı sağlık sorunları ve trajik kaybı, bu hastalığın ne kadar ölümcül olabileceğini bir kez daha gözler önüne serdi. Ancak akıllarda hâlâ şu soru var: Bu hastalık yalnızca çağımıza mı ait? Yoksa insanın bedenle kurduğu karmaşık ilişki, yüzyıllardır değişmeyen bir yaraya mı işaret ediyor? 

İşte bu soruları ve daha fazlasını, yeme bozuklukları, kadın ruh sağlığı ve beden algısı üzerine uzmanlaşmış Klinik Psikolog Dr. Feyza Bayraktar’a sordum. 

Sisi, Nihal Candan ve Biz: Bedenle savaşa dair bir söyleşi

İmparatoriçe Elisabeth (Sisi)

Günümüzde sıkça gördüğümüz anoreksiya vakalarının tarihte örnekleri var mı? Sisi gibi tarihî figürlerde ya da farklı dönemlerde bu hastalığın izlerini görmek mümkün mü? Yoksa anoreksiya yalnızca modern çağın hastalığı mı? 

Anoreksiya nervoza, tıbbi olarak ilk kez 19. yüzyılın sonlarında tanımlanmış olsa da, bu bozukluğun davranışsal ve psikolojik örüntülerine tarih boyunca farklı biçimlerde rastlıyoruz. Yani anoreksiya sadece modern çağın bir hastalığı değil; insanın bedenle, kontrolle ve kendilik değeriyle kurduğu karmaşık ilişkiye dayanan tarihsel bir olgu. 

Haberin Devamı

Örneğin Orta Çağ Avrupa’sında görülen kutsal açlık (holy anorexia) vakaları, anorektik davranışlara erken tarihsel örnekler sunar. Dini inançları doğrultusunda yemek yemeyi reddeden bazı kadın azizler — örneğin Siena’lı Azize Catherine — dünyevi arzulardan arınmak ve Tanrı’ya daha yakın olmak amacıyla kendilerini ağır açlığa maruz bırakmışlardır. Bu davranışlar dönemin değer sisteminde kutsal ve ahlaki üstünlük olarak görülse de, bugün psikolojik açıdan incelendiğinde anoreksiya nervozanın birçok belirtisini taşıdıkları açıktır: yeme kısıtlaması, bedenin kontrolü, kendini yok etme pahasına bir tür ideal arayışı.

19. yüzyılda İmparatoriçe Elisabeth (Sisi) gibi tarihî figürlerde de anoreksiya benzeri örüntüler açıkça görülür. Sisi’nin bedenine karşı takıntılı ilgisi, sürekli diyet uygulamaları, saatlerce süren egzersizleri ve günlük kilo takibi gibi davranışları, günümüzde anoreksiya nervoza tanısı alabilecek bir bireyin davranışlarıyla büyük paralellik gösterir. Ancak o dönemde bu davranışlar bir hastalık değil, “zarafet”, “asil duruş” ve “kendine hâkimiyet” olarak yorumlanıyordu. Bugün anoreksiya nervoza, DSM-5’te açıkça tanımlanmış bir klinik bozukluk. Ancak bu, onun yalnızca çağımıza ait olduğu anlamına gelmiyor. Anoreksiya nervoza’nın kökleri; bireyin kendi bedenini bir “proje” haline getirdiği, beden üzerinden kimlik, değer ve kontrol kurmaya çalıştığı tarihsel ve kültürel süreçlere dayanır. 

Haberin Devamı

Modern çağda değişen şey, bu bozukluğun görünürlüğü, yaygınlığı ve tetikleyicilerinin yapısıdır. Artık sosyal medya, dijital filtreler, estetik standartlar ve beden üzerinden kurulan başarı imgesi, yeme davranışlarını çok daha görünür ve yaygın hale getirmiştir. Ama temelde yatan dinamikler — değersizlik duygusu, kontrol ihtiyacı, kabul görme arzusu — tarih boyunca benzer şekilde var olmuştur. 

Sonuç olarak, anoreksiya nervoza yalnızca modern çağın hastalığı değildir. O, insanın bedeniyle yaşadığı tarihsel çatışmanın farklı zamanlarda farklı isimlerle ortaya çıkan psikolojik bir ifadesidir. Biz ona bugün klinik bir tanı koyabiliyoruz, ama kökeni çok daha eskilere dayanıyor. 

Günümüzde yeme bozuklukları toplumda genellikle “zayıflama isteği” ile ilişkilendiriliyor. Ancak sizce anoreksiya ve benzeri bozukluklar psikolojik olarak neyin dışavurumu? 

Anoreksiya nervoza’nın temelinde genellikle “kontrol ihtiyacı” yatar. Bu hastalık, bireyin yaşamındaki karmaşayı, belirsizlikleri veya travmaları anlamlandırma ve yönetme çabasının bir aracı haline gelir. Özellikle çocukluk çağında duygusal ihmal, aşırı kontrolcü ebeveynlik, yüksek başarı beklentisi gibi faktörler, kişinin kendi ihtiyaçlarını bastırarak dış dünyaya uyum sağlamasına neden olabilir. Bu bastırma, zamanla bireyin kendi bedenini kontrol altına almasıyla sonuçlanabilir. 

Aynı zamanda anoreksiya, kişinin benlik değerine dair ciddi bir kırılmanın dışavurumudur. Yani kişi yalnızca “zayıf” olmak istemez; “yeterli”, “kabul gören” ve “değerli” biri olmak ister. Beden, bu değeri ölçmenin bir aracı haline gelir. Özellikle ergenlik döneminde, kimlik arayışı ile sosyal onay ihtiyacının çakıştığı noktada bu tür bozukluklar tetiklenebilir. Sosyal medya, estetik normlar ve başarı odaklı kültür de bu tabloyu daha da ağırlaştırır. 

Anoreksiya nervoza aynı zamanda duygularla baş etmenin bir yolu olarak da gelişebilir. Bazı bireyler, öfke, kaygı, suçluluk ya da çaresizlik gibi zorlayıcı duygularla yüzleşmekte zorlandığında bu duyguları “yemeyerek” bastırır. Yani yemek yememek, aslında bir “duygu düzenleme stratejisi” haline gelir. Kişi açlığı hissettiğinde kontrol ettiğini hisseder; böylece zayıf değil, güçlü olduğunu düşünür. Ancak bu yanıltıcı bir denge duygusudur ve uzun vadede ciddi fiziksel ve ruhsal sonuçlar doğurur. 

Özetle, anoreksiya nervoza sadece bir “zayıflama çabası” değildir. Bu bozukluk; travma, kimlik karmaşası, değersizlik duygusu, bastırılmış öfke, aşırı kontrol ihtiyacı ve duygusal yoksunluk gibi pek çok psikolojik faktörün birleşiminden doğar. Bu yüzden tedavi süreci yalnızca kilo alımına değil; bireyin duygusal dünyasının anlaşılmasına, benlik algısının yeniden inşasına ve güvenli ilişkiler kurmasına odaklanmalıdır. Yeme bozuklukları yalnızca fizyolojik değil; aynı zamanda derinlemesine bir ruhsal iyileşme süreci gerektirir. 

⁠Son zamanlarda medyada yer bulan bazı ünlü vakalar, "beden algısı bozuklukları ve sosyal medyanın etkisi" konusunda kaygı yaratıyor. Sosyal medya, özellikle gençler üzerinde nasıl bir baskı oluşturuyor? 

Sosyal medya, özellikle ergenler ve genç yetişkinler üzerinde beden algısı konusunda çok güçlü ve çoğu zaman fark edilmeyen bir baskı unsuru haline geldi. Araştırmalar, sosyal medyada geçirilen sürenin artmasıyla birlikte beden memnuniyetsizliğinin ve yeme bozukluğu riskinin de arttığını açıkça ortaya koyuyor. Bunun temel nedeni, sosyal medyanın “gerçek” değil, “kurgulanmış” bedenleri sürekli olarak görünür kılmasıdır. 

Sosyal medya platformları, estetik filtreler, düzenlenmiş fotoğraflar ve tek tip güzellik ideallerini normalize ediyor. Bu ortamda gençler, sadece başkalarıyla değil, aynı zamanda kendi “dijital benlikleriyle” de kıyas yapmaya başlıyor. Bu kıyaslama süreci, “ideal beden” algısını gerçeklikten koparıyor ve bireylerin kendi bedenlerine yabancılaşmasına neden oluyor. Kendi görünüşünü yeterli görmeyen genç, bedenini düzeltmeye, değiştirmeye hatta cezalandırmaya yönelebiliyor. Bu da yeme bozukluklarının psikolojik zeminini güçlendiriyor. 

Sosyal medya ayrıca bedenin yalnızca bir görünüm değil, aynı zamanda bir “başarı göstergesi” olarak sunulmasına neden oluyor. Fit bir vücut, iyi beslenme rutinleri, estetik yaşam tarzı içerikleri; bireyin sadece fiziksel değil, aynı zamanda ahlaki olarak da “doğru” bir yaşam sürdüğünü ima ediyor. Bu da özellikle mükemmeliyetçi eğilimleri olan gençlerde yoğun bir yetersizlik duygusu ve kendine yönelik eleştiriyi tetikliyor. 

Sisi, Nihal Candan ve Biz: Bedenle savaşa dair bir söyleşi

Toplumda hâlâ "Çok zayıfsa anoreksiktir” gibi basit genellemeler görüyoruz. Anoreksiya, bulimia, tıkınırcasına yeme gibi bozuklukları birbirinden nasıl ayırmalıyız? 

Yeme bozukluklarını anlamak için yalnızca dış görünüşe bakmak yetersizdir. Kilo, bozukluğun varlığına dair tek gösterge değildir. Yeme bozuklukları; duygular, düşünceler ve davranışlar üzerinden tanımlanır. Kişi “normal” görünse de iç dünyasında çok ağır bir mücadele veriyor olabilir. Tanı koyarken ve tedavi planlarken bu karmaşık yapının mutlaka göz önünde bulundurulması gerekir. Yeme bozukluklarını biraz açtığımızda daha net anlaşılacaktır. 

Anoreksiya nervoza, kişinin kilo alma korkusuyla kalori alımını ciddi şekilde kısıtladığı, bedenini olduğundan kilolu algıladığı ve aşırı kilo kaybı yaşadığı bir bozukluktur. 

Atipik anoreksiya nervoza, anoreksiya nervozanın tüm psikolojik ve davranışsal belirtilerini taşıdığı halde, kişinin kilosunun “klinik olarak düşük” olmaması durumudur. Yani birey ciddi bir kısıtlayıcı yeme davranışı sergiler, yoğun kilo alma korkusu yaşar, beden algısı bozulmuştur ancak kilo, dışarıdan bakıldığında “normal” sınırlar içinde olabilir. Bu durum özellikle tedavi sürecini geciktirir çünkü kişi çevresi tarafından “hastaymış gibi görünmediği” için ciddiye alınmayabilir. Oysa bu form da hem psikolojik hem de fizyolojik olarak son derece tehlikelidir. 

Bulimiya nervozadaysa, kontrolsüz yeme atakları ile ardından gelen telafi davranışları (kusma, laksatif kullanımı, aşırı egzersiz) görülür. Kişi genellikle yeme ataklarından sonra yoğun suçluluk, utanç ve pişmanlık hisseder. En dikkat çekici fark, bu bozukluğa sahip bireylerin genellikle normal kiloda ya da hafif kilolu olmasıdır. Bu yüzden uzun yıllar fark edilmeden sürebilir. Kusmalar diş minesine zarar verir, elektrolit dengesizliği yaratır ve ciddi kalp problemlerine yol açabilir. 

Tıkınırcasına yeme bozukluğu da yaygın görülmektedir. Bunda kişi kısa sürede, kontrolsüz şekilde çok fazla yemek yer ve bunu sık sık tekrarlar. Ancak bulimiyadan farklı olarak, bu ataklardan sonra kusma ya da telafi edici davranışlar görülmez. Genellikle aşırı yeme sonrası yoğun suçluluk, utanma ve kendine öfke duyma hali yaşanır. Kişi genellikle fazla kilolu ya da obezdir ancak bu bir kural değildir. Duygusal yeme, stresle başa çıkma yöntemi olarak yemekle ilişki kurma sık görülür. 

Yeme bozuklukları zamanla bir formdan diğerine evrilebilirler. Örneğin bir kişi başlangıçta anoreksik belirtiler gösterirken, daha sonra kısıtlı beslenmeyi sürdüremediğinde yeme atakları başlayabilir ve bulimiya gelişebilir. Ya da tıkınırcasına yeme bozukluğu yaşayan bir birey, bu davranışı telafi etmeye başladığında bulimiya tanısı alabilir. Dolayısıyla yeme bozukluklarını sabit ve değişmeyen bir tanı gibi görmek yanıltıcı olur. 

Yeme bozuklukları sadece kişisel değil, "ailesel ve toplumsal etkilerle" de şekilleniyor. Ailelerin bu süreçteki rolü nedir? 

Yeme bozuklukları bireysel bir sorun gibi görünse de, çoğu zaman ailesel ve toplumsal dinamiklerin içinde gelişir. Kişinin bedeniyle kurduğu ilişki; çocuklukta aldığı mesajlardan, aile içi iletişim biçimlerinden, toplumsal güzellik normlarından ve kültürel değerlerden doğrudan etkilenir. Dolayısıyla yeme bozuklukları sadece bireyin değil, aynı zamanda çevresinin de hikâyesidir. 

Özellikle ergenlik döneminde yeme bozuklukları gelişme riski yüksektir çünkü bu dönem; kimlik arayışının, bedensel değişimlerin ve duygusal kırılganlıkların yoğun yaşandığı bir süreçtir. Ailelerin bu dönemde çocuklarına verdikleri doğrudan ya da dolaylı mesajlar, bireyin beden algısını ve yeme davranışlarını derinden etkileyebilir. 

Destekleyici, anlayışlı ve açık bir aile ortamı, kişinin hem bedeniyle hem de kendisiyle barışması için en güçlü temellerden biridir. 

Danışanlarınızda sıklıkla karşılaştığınız "tetikleyici olaylar" neler? Travma, kayıp, utanç duygusu gibi unsurlar bu süreçte nasıl rol oynuyor? 

Yeme bozuklukları, çoğu zaman birdenbire ortaya çıkmaz. Danışanlarımla çalışırken sıklıkla gördüğüm şey, bu sürecin belirli tetikleyici olaylar veya hayat kırılmaları sonrasında şekillendiği oluyor. Altta yatan psikolojik yatkınlıklar, kişilik özellikleri ve çevresel etkiler zaten mevcutsa; bir olay, o zinciri harekete geçiren ilk halka olabilir. 

Her yeme bozukluğunun arkasında anlatılmamış bir hikâye vardır. Tedavide asıl hedef, bu hikâyeyi güvenli bir alanda ortaya çıkarmak, kişinin duygularına temas edebilmesini ve yeniden kendisiyle sağlıklı bir bağ kurabilmesini sağlamaktır. 

Çocukluk çağı istismarı, zorbalık, ihmal gibi travmalar yeme bozukluklarının gelişiminde büyük rol oynuyor. Bunun yanı sıra sevilen birinin kaybı, boşanma, hastalık, okul ya da şehir değişikliği gibi ani ve sarsıcı yaşam olayları da kontrol duygusunu zedeliyor. Bu durumda kişi, yaşam üzerindeki kontrolünü kaybettiğini hissettiğinde, bu kontrolü bedenine ve yeme davranışlarına yöneltebilir. Özellikle anoreksiya nervozada bu tema çok belirgindir. 

Ayrıca danışanlarımın büyük kısmı, özellikle ergenlik dönemlerinde bedenlerine yönelik alay, etiketleme ya da eleştiri yaşadıklarını ifade ediyor. Aile içinde “biraz kilo alsan iyi olur”, “dikkat et göbeğin çıkmış” gibi sözde iyi niyetli uyarılar bile bir çocuğun zihninde derin utanç duygularına yol açabiliyor. Arkadaş çevresindeki dışlama, sosyal medyada maruz kalınan güzellik normları ve akran zorbalığı (bodyshaming) bireyin bedenine karşı olumsuz bir ilişki geliştirmesine neden oluyor. 

Yeme bozukluğu yaşayan bireylerin çoğunda düşük benlik saygısı, kendini yetersiz hissetme ve kabul görme arayışı dikkat çekiyor. Bu kişiler genellikle “görünür olarak başarılı” olsalar da içsel olarak kendilerini değersiz hissederler. Zayıflık ya da kontrollü olmak, bu duygulara karşı bir baş etme aracı haline gelir. Ne kadar az yersem, o kadar güçlüyüm; ne kadar zayıf olursam, o kadar değerliyim gibi çarpık düşünceler zamanla davranışlara dönüşür. 

Ayrıca aile ortamı, yeme bozukluklarının oluşmasında doğrudan ya da dolaylı yollarla etkili olabilir. Özellikle aşırı kontrolcü, mükemmeliyetçi, soğuk ya da tutarsız ebeveyn figürleri bu süreçte tetikleyici olabilir. Ayrıca aile içinde duyguların konuşulmadığı, bastırıldığı ya da yok sayıldığı ortamlarda çocuklar duygularını yemek aracılığıyla düzenlemeyi öğrenirler. Kimi zaman bu bastırma kendini yeme yoluyla, kimi zaman da yemekten kaçınma yoluyla gösterir. 

Bunların yanında, ergenlik, üniversiteye başlama, evden ayrılma, yeni bir ilişkiye girme ya da ayrılma, iş değişikliği gibi geçiş dönemleri, bireyin kendine dair algısını sorguladığı, yeni roller üstlendiği kırılma noktalarıdır. Bu dönemlerde kişi, bedenini de bu değişime adapte etmeye çalışabilir. Bazen bu, kontrolü sürdürme çabası olurken, bazen de duygusal yükleri taşımanın bir yolu haline gelir. 

Siz kadın ruh sağlığı üzerine de çalışıyorsunuz. "Kadınlar yeme bozukluklarına daha mı yatkın? Toplumsal cinsiyet rolleri ve beklentiler bu konuda nasıl etkili oluyor? 

Evet, bilimsel araştırmalar yeme bozukluklarının kadınlarda erkeklere göre daha yaygın olduğunu net biçimde ortaya koyuyor. Bunun tek sebebi biyolojik ya da bireysel farklılıklar değil; toplumsal cinsiyet rolleri, kadın bedenine yüklenen anlamlar ve kadın kimliğine dair kültürel beklentiler bu tabloyu şekillendiren en önemli unsurlar arasında yer alıyor. 

Kadınlar doğdukları andan itibaren, nasıl görünmeleri gerektiği konusunda doğrudan ve dolaylı mesajlarla karşılaşıyorlar. Reklamlar, medya, aile, eğitim sistemi hatta gündelik sohbetler bile kadın bedeninin “göz önünde” olması gerektiğini ve bu bedenin belirli normlara uyması gerektiğini ima ediyor. İnce, estetik, kontrol altında bir beden; kadının sadece fiziksel değil, ahlaki ve sosyal değerini de temsil ediyor gibi sunuluyor. Bu, özellikle ergenlik döneminde kimliğini yeni oluşturan genç kızlar için çok kırılgan bir zemin yaratıyor. 

Toplumsal cinsiyet rolleri bu süreçte nasıl etkili oluyor sorusunun yanıtına gelecek olursak… Kadının değeri bedenine indirgeniyor.  “İdeal kadın” mitleri yaygınlaşıyor. Duygulara değil, görünüme odaklanılıyor. Ayrıca, toplum, kadının bedenini denetlemeye daha meyilli. Aile içinde, sosyal çevrede ya da sosyal medyada kadınların bedenine dair yapılan yorumlar, çoğu zaman “normalleştirilmiş” bir denetim aracına dönüşüyor. 

Kadınların ruh sağlığını güçlendirmek, yalnızca bireysel terapiyle değil; onları kuşatan kültürel yapıyı da değiştirmekle mümkündür. 

Sisi, Nihal Candan ve Biz: Bedenle savaşa dair bir söyleşi

⁠“Yemek ya da yememek” kitabınızda benlik değeri ile yeme alışkanlıkları arasında bir ilişki kuruyorsunuz. Bugünün gençlerinde "beden algısı ile kendilik değeri" nasıl şekilleniyor? 

Yemek ya da Yememek” kitabımda özellikle vurguladığım temel noktalardan biri şu: Günümüzde beden algısı, gençlerin benlik değerini şekillendiren en baskın ölçütlerden biri haline geldi. Artık ne hissettiğimiz değil, nasıl göründüğümüz daha fazla konuşuluyor. Bu da gençlerde “değerli olmanın” ölçüsünü dışsal kriterlere bağlamalarına yol açıyor. 

Gençler, özellikle ergenlik döneminden itibaren kim olduklarını anlamaya, kabul görmeye ve ait olmaya çalışırken, toplumsal olarak kendilerine sunulan beden ideallerine göre kendi benliklerini tanımlamaya başlıyorlar. Zayıflık, fitlik, “estetik” görünüm gibi özellikler; yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik bir üstünlük göstergesi gibi kodlanıyor: Zayıf olan iradelidir, kontrol sahibidir, yeterlidir. Bu noktada beden artık sadece bir beden olmaktan çıkıyor; özsaygının, yeterlilik duygusunun ve aidiyetin bir vitrini haline geliyor. 

Gençlerin bedeniyle barışabilmesi için önce kendiyle barışması, benlik değerini dışsal ölçütlerden değil, içsel kaynaklardan besleyebilmesi gerekir. Bu noktada eğitim sistemine, ailelere ve medyaya düşen görev çok büyük. Gençlere sadece nasıl göründüklerini değil, kim olduklarını da hatırlatmak, kalıcı bir iyileşmenin anahtarıdır. 

"Tedaviye geç başlamak" hangi psikolojik ve fizyolojik riskleri beraberinde getiriyor? 

Yeme bozukluklarında tedaviye geç başlamak, hem psikolojik hem de fizyolojik düzeyde ciddi ve kalıcı riskler doğurur. Bu hastalıklar zamanla bireyin yalnızca bedenine değil, ruhuna, ilişkilerine, yaşam kalitesine ve hatta hayatta kalma olasılığına zarar verir. Erken müdahale, tedavi başarısını belirleyen en kritik faktörlerden biridir. 

Tedaviye geç başlamak; yalnızca semptomların şiddetlenmesine değil, hastalığın bireyin tüm yaşamını ele geçirmesine neden olur. Yeme bozukluklarında “bekleyelim, belki düzelir” yaklaşımı ne yazık ki geri dönüşü zor hasarlara yol açabilir. 

Bu hastalıkların fiziksel belirtileri dışarıdan gözlemlenmeyebilir, ancak içsel yıkım sessiz ve derindir. Bu nedenle en küçük belirtilerde bile profesyonel destek almak, hayat kurtarıcı bir adımdır. Çünkü yeme bozuklukları geç kalındığında yalnızca daha zor iyileşir; bazen ölümcül olabilir. 

 

⁠Bedenin şekli bile dönemsel bir “moda”ya dönüşmüş durumda. 2000’lerde sıfır beden, bir dönem kum saati, sonrasında dolgun kalçalar, bugünse ‘fit ama zayıf’ görüntü moda. Bu sürekli değişen estetik ideallerin bireylerin beden algısına ve yeme davranışlarına etkisi sizce nasıl? Psikolojik olarak ne tür sonuçlar doğuruyor? 

Evet, beden şeklinin bile dönemsel bir “moda” haline gelmesi, bireylerin beden algısını ciddi biçimde zedeliyor. Sıfır bedenin popüler olduğu 2000’lerden, Kardashian etkisiyle şekillenen dolgun kalçalı görünüme, oradan da günümüzde yaygınlaşan “fit ama ince” bedene… Bu sürekli değişim, yalnızca estetik beklentileri değil, bireylerin kendilik algısını da dalgalandırıyor. 

Bu noktada asıl sorun, bir güzellik standardının olup olmaması değil; standartların sabit olmaması, hızla değişmesi ve bunun da sürekli bir yetersizlik duygusu yaratması. Kişi hiçbir zaman “tamamlandığını” hissedemiyor. Beden, hep “güncellenmesi” gereken bir proje gibi görülüyor. 

Sisi, Nihal Candan ve Biz: Bedenle savaşa dair bir söyleşi

12.⁠Beden olumlama yaparak bedenimizle barışmak mümkün mü? Nedir beden olumlaması? 

Beden olumlama, bireyin bedenini olduğu haliyle kabul etmesi ve bu bedenin görünüşünden bağımsız olarak değerli olduğunu fark etmesi üzerine kurulu bir yaklaşımdır. Özellikle son yıllarda, beden normlarına karşı çıkan ve farklı beden şekillerini görünür kılmaya çalışan bir hareket olarak öne çıkmıştır. Peki, beden olumlama gerçekten işe yarıyor mu? Bedenimizle barışmak için yeterli mi?

Beden olumlama yaklaşımı şunu söyler: 

“Bedenim nasıl görünürse görünsün, değerim değişmez. Zayıf ya da kilolu, uzun ya da kısa, yara izli ya da pürüzsüz olmam, saygı görmeyi hak ettiğim gerçeğini değiştirmez.” 

Bu yaklaşım, kilo ayrımcılığına, estetik dayatmalara ve bedensel yetersizlik duygusuna karşı bir duruş geliştirir. Özellikle yeme bozukluklarına neden olan beden memnuniyetsizliğini sorgular ve bireyin bedenini yalnızca görünüm değil, işlev ve deneyim açısından da değerlendirmesini teşvik eder.

Son olarak, bu söyleşiyi okuyacak olan ebeveynlere, gençlere ve sosyal medya kullanıcılarına tek bir "farkındalık cümlesi" söyleme şansınız olsa, bu ne olurdu? 

“Görünüşünüz elbette önemli olabilir, ama kendinize biçtiğiniz değeri bir rakama, bir bedene ya da bir tabağa indirgemeyin — tartı, sizin kim olduğunuzu ölçemez.” 

Bu cümleyle anlatmak istediğim şu: Yeme bozuklukları sadece bedenle ilgili değil; değersizlik hissiyle, kontrol ihtiyacıyla ve görünüş üzerinden onay alma arzusuyla ilgili derin duygusal süreçlerin bir yansıması. Özellikle gençlerde, benlik değeri giderek sayısallaşıyor — kilo, kalori, beden ölçüsü… Oysa bu sayılar, bir insanın kim olduğunu, ne yaşadığını ya da neye ihtiyaç duyduğunu anlatamaz. 

Toplum olarak çocuklara ve gençlere şu mesajı daha çok vermemiz gerekiyor: “Bedeninle ilgili düşünmen, ona önem vermen normal. Ama kendini sadece onunla tanımlarsan, çok şey eksik kalır.” 

Yeme bozuklukları, bireyin içsel değerini dışsal ölçütlerle ispat etmeye çalışmasının bir yoludur. Bu nedenle çözüm, “görünüş önemsizdir” gibi soyut bir söylem değil; görünüşü merkeze almayan, ama kişinin değerini çok daha geniş bir çerçevede tanımlayan bir bakış açısıdır. Ve bu farkındalığı erken kazanan her birey, sadece yeme bozukluklarına değil; değersizlik hissiyle gelen pek çok ruhsal zorluğa karşı da daha dirençli olur.

*** 

Klinik Psikolog Dr. Feyza Bayraktar'ın verdiği bilgiler, yeme bozukluklarının yalnızca kilo ya da dış görünüşle ilgili bir mesele olmadığını bize gösteriyor. Bugün, toplumsal olarak en çok ihtiyacımız olan şey; bedenlerimize değil, duygularımıza ve ruh sağlığımıza daha dikkatle bakmak. Görünene değil, görünmeyene de değer vermek. Çünkü görünen o ki, sağlıklı olmak yalnızca fiziksel ölçülerle değil, içsel dengeyle mümkün.