23.11.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:
PELİN ÇİNİ
Son günlerin en çok konuşulan filmi “Issız Adam”da Ada karakterini canlandıran Melis Birkan ile, oyuncunun İstanbul’a geldiği günden beri oturduğu için “evim” diye nitelendirdiği Anadolu yakasındaki favori mekanlarından Suadiye’deki Saloon Cafe’de buluşmaya karar verdik. Melis Birkan, tıpkı filmdeki Ada karakteri gibi içi dışı bir, doğal ve berrak biri. Onunla ilgili aklımda kalan yegane şey ise röportaj boyunca gülümseyen gözleri. Gözler de gülümser mi demeyin, Birkan’ınkiler kahkaha bile atıyordu.
Herkes sizi Ada diye tanıyor artık. Hakkı Devrim geçenlerde bir yazısını “Keşke bizlere Melis Birkan’ı yakından tanıtan bir röportaj yapılsa” diyerek bitirdi. Biz de sizi tanıtalım, Melis Birkan kim?
Ankara doğumluyum. İlkokula başladığım sene babamın işi nedeniyle İstanbul’a geldik. Biz birbirine bağlı çekirdek bir aileyiz. Hâlâ ailemle beraber Çekmeköy’de oturuyorum. Annem de babam da ekonomist. Babam bir süre borsada çalıştı. Şimdi ise Okan Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. Annem de bir süre gönüllü İngilizce öğretmenliği yaptı, sonra çalışmayı bıraktı. İyi ki de bıraktı çünkü bizim ailenin bu kadar birbirine bağlı olmasının nedeni biraz da odur. Başka bir şehirden İstanbul’a gelip zarar görmeden adapte olabilmemizin tüm sorumluluğunu annem üstlendi.
Nasıl bir çocukluk yaşadınız?
Her insanın yaşadığı zorlukları ben de yaşadım. Her ailenin içinde olan sorunlar bizde de vardı ama öyle çocukluğuma dair travmalarım falan yok. Tek çocuğum ama tek çocukların üstüne yüklenen şımarık olma durumu bende söz konusu değil. Huzurlu ve sakin bir çocukluk yaşadım. 6 yaşından beri dans ediyor olmamın da bu işte bir katkısı vardır.
Konservatuara gitmeye küçükken mi karar verdiniz?
Evet, ailem de benim dans etmekten ne kadar zevk aldığımı ve yetenekli olduğumu fark ettiklerinde beni yönlendirdiler. Zaten hayatım boyunca yapmak istediğim her şeyde beni desteklediler.
Ekran önünde ilk tecrübeniz neydi?
Tesadüfen bir Eti Form reklamında oynamıştım. Arkadaşım için gitmiştik ve bana “Siz de deneme çekimine girsenize” demişlerdi. O reklam çekimi hayatıma Özlem girmeden önceki bir şey, o nedenle onu saymıyorum. Ekran önünde ilk ciddi tecrübem 2005’te Kanaltürk’teki “Tarz-ı Hayat” isimli life style programı sunmaktı.
Programdan sonra hangi projeler geldi?
Sonra “Çapkın” dizisine başladım. Diziden sonraki yaz Serdar Akar’ın yönettiği “Barda” filminde oynadım.
İlk film olarak “Barda”da oynamak cesaret gerektiren bir karar...
Evet, hızlı girdik ve hızla devam ettik. Serdar Akar’ın ismini duyunca ben proje hakkında daha fazla soru sormak istemedim zaten. Seçildiğimde Serdar Akar bana ve diğer arkadaşlara “Ben sizi seçtim ama isterseniz senaryoyu alıp okuyun. Yarın hâlâ bu işin içinde olmakta kararlıysanız konuşuruz” dedi.
Film şiddet içeren sahneleriyle konuşuldu. Sinemaya ilk adımınızda çok zorlanmadınız mı?
“Barda” benim için bir dönüm noktasıdır. Filmi çekerken tabii ki zorlandım ama o senaryoyu okuyan herkesin zorlanabileceğini düşünüyorum. Gerçekten yaşanmış bir olay olması insanı çok farklı bir psikolojiye sokuyor. Hatta filmin çekimleri boyunca daha fazla etkilenmeyelim diye gerçek olayla ilgili bir şeyler okumamız bile yasaklanmıştı. Ben filmden sonra olayı araştırdım ve rahatlıkla söyleyebilirim ki biz yaşananların çok hafifletilmiş bir versiyonunu yansıtmışız.
“Barda” filminden sonra ne yaptınız?
Kartal Tibet’in yönettiği “Amerikalılar Karadeniz’de”yi çektim. Sonra da iki sene süren “Köprü” isimli bir TV dizisi yaptım. Arada Çağan Irmak’ın “Ulak” filminde oynadım.
“Rolü kabul ettiğinde kendini yönetmene bırakmak gibi bir sorumluluğun var”
Çağan Irmak’ın iki filminde oynadınız. Nasıl tanıştınız?
“Barda”dan sonra verdiğim ilk röportajda çalışmak istediğim yönetmenler sorulduğunda birkaç isim saydım ve bunların başında da Çağan geliyordu. Çağan da bunu okuduktan sonra beni aramış. Gerçi o tiyatro, sinema, müzik camiasındaki tüm değişimleri gözler. O nedenle beni sadece o röportajdaki açıklamam için aradığını sanmıyorum.
“Çağan’la çalışmak kolay, filmi kafasında çekip öyle geliyor”
Onunla çalışmak nasıl?
Kolay ve çok keyifli çünkü Çağan filmini kafasında çekip geliyor. Çekimler başlamadan, hikayeyi nasıl anlatacağını kafasında bitirmiş oluyor. Bu nedenle de “Nasıl yapacağım, olanı biteni yansıtabildim mi?” gibi endişeleriniz olmuyor.
Filmde sizi en çok zorlayan sahne hangisiydi?
Alper’le Ada’nın meşhur yaprak sarmalı sahnesiydi. Sahnenin çekileceği gün Çağan Irmak ilk defa bir senaryosundan bir-iki sayfayı çıkarttı. O sahneyi bana ve Cemal’e emanet etti. Doğaçlama oynadık. Hatta sahne çekilmeden Cemal’le birbirimize “Hazırlıklı ol. Her şeyi yapabilirim” bile dedik.
Çok tekrar yapıldı mı?
Hayır, çok yıpratıcı bir sahneydi. Set olarak hepimiz ayıldık bayıldık, o yüzden çok tekrar yapmak gibi bir lüksümüz yoktu. Zaten ikinci tekrarda falan çekildi.
Peki ya sevişme sahnesi? Orada yine doğaçlama mı oynadınız?
Orada her şey planlanmıştı. Çağan’ın kafasındakilere sadık kaldık.
Hiç zorlanmadınız mı?
Hayır, zorlanmadım. Esasında ben filme bir bütün olarak baktığım için sahne sahne ayırmayı da saçma buluyorum. Sevişme sahnesinde de diğer sahnelerde de Çağan’a çok güvendiğim için farklılık hissetmedim. Çağan o sahneler için bizden daha endişeliydi. Hani bir şey olur kendimizi rahatsız hissederiz diye. Ben bir oyuncu olarak projeyi kabul ettiğimde her şeyi kabul etmiş oluyorum. Kendimi yönetmene bırakmak gibi bir sorumluluğum var. Sahneye müdahale etmeyi hiç düşünmedim . Çağan, Ada ile Alper’in sevişmesini öyle resmetmek istedi ve öyle oldu.