Fenerbahçe seçimli olağan genel kurulu 2-3 Haziran 2018 tarihlerinde Ülker Arena’da yapılacak.
15 Şubat 1998 tarihinde bir oyla seçimi kazanarak başkan seçilen Aziz Yıldırım, bu bir oyun sağladığı güçle tam 20 yıldır Fenerbahçe Kulübü başkanlığını yürütüyor. Seçildiği zamanki yönetim kurulu üyeleri belki on defa değişti, ama başkan değişmedi. Bu da gösteriyor ki bütün spor kulüplerinde olduğu gibi, Fenerbahçe’de de başkan her şey demek. Kulüp sporlarında başarı başkana endeksli.
Peki, öyle mi olmalı? Eğer başarı kişiye endeksli olursa, başkan da bir insan olduğundan, başkanın sağlığına, ruh haline, psikolojisine, sosyal ilişkilerine, kısaca tüm insani niteliklerine bağlı olarak spor kulübünün başarısı da değişkenlik gösterecektir.
Oysa kulüp sporları, tenis, golf gibi bireysel sporlar değildir, kişiye bağlı olmamalıdır. Spordaki başarı kulüp başkanının kişiliğine endeksli olmaz, sisteme bağlı olursa, sportif mücadeleler de kişisel öfke ve hırslardan olumsuz etkilenmez.
Spor, kimin daha güçlü olduğunu gösteren, sosyal ve statü üstünlüğü sağlayan bir mücadele alanı değil. Spor, insanları birleştirmeli ve fiziki mücadele toplumda biriken negatif enerjinin atılacağı stadyumlara hapsedilmeli.
Biz de Barcelona’nın şampiyon olan Real Madridli futbolcuları alkışlayarak saha çıktığı gibi sahneleri, büyük bir sürpriz yaparak Barcelona’yı Şampiyonlar Ligi'nden eleyen rakibi Roma’yı tebrik eden Juventus tarzı centilmenliği özlüyoruz.
Türkiye’de sporu, sadece sportif bir mücadele olarak gören anlayış yeniden hâkim olmalıdır. Şampiyon olan rakibini alkışlayan kulüp başkanları özlemini hangimiz çekmiyoruz ki! Deplasmanda kazandığı maç sonrası kulüp bayrağını santranın ortasına diken yabancı teknik direktör, aynı hareketi kendi ülkesinde yapamazken, neden Türkiye’de yapabiliyor ve cesur bir kahraman olarak algılanıyor?
Sporcuları taşıyan otobüslerin camlarının kırılması, sporcuların konakladığı otel etrafında gürültü yapılması gibi eylemelere neredeyse tüm ülkelerde rastlanır. Ama aradaki fark, bu davranışların toplumda bulduğu karşılıktır. Medeni ve sporu sadece sportif bir mücadele olarak gören toplumlarda, fanatikler ve fiziki eylemlerde bulunanlar asosyal kişilik olarak kabul edilip, toplumdan dışlanırlar, “kulübü adına her şeyi göze almış mücadeleci kahramanlar” olarak statü üstünlüğü verilmez.
Şimdilik Fenerbahçe genel kurulunda başkanlığa iki aday var. Aziz Yıldırım Fenerbahçe için 3 Temmuz kumpasıyla özgürlüğünden olmuş, Fenerbahçe için çile çekip, sağlığını feda etmiş bir başkan. Fenerbahçe’ye katkısı çok büyük, sadece tesisler olarak değil, sportif alanda da. Şimdi burada bunları sırlamaya yerimiz yetmez. Ama Fenerbahçe Ülker ile basketbolda, final four’un artık normal bir başarı haline gelmesi, Euroleague Şampiyonluğu’nun ise artık her zaman ulaşılabilecek bir hedef olarak durması, başta Aziz Yıldırım’ın doğru kararları ve Türk basketboluna yapmak istediği katkı iradesiyle olmuştur.
Aziz Yıldırım artık başkanı olduğu spor kulübü için hapis yatmayı göze almış, kulüp bazında birçok spor dalında Türkiye’nin başarı ve gururla temsil edilmesini sağlamış, topluma mal olmuş bir olgudur.
Ancak hiçbir şey süresiz ve sonsuz değildir. Buna spor kulübü başkanlıkları da dahil. Yeniden adaylık Aziz Yıldırım’ın şahsi kararı mıdır, yakınındaki, yönetimindeki yol arkadaşlarının etkisiyle alınmış bir karar mıdır, bilemeyiz. Ama Trabzonspor’da olduğu gibi sık sık kulüp başkanı değiştirmek ne kadar hatalı ise, 20 yıldan fazla bir süre başkanlık yaptıktan sora, seçimlerde yeniden başkanlığa aday olmak da o kadar hatalıdır.
Aziz Yıldırım’ın fedakârlığı ve katkıları dikkate alındığında, tüm Fenerbahçelilerin en üst düzeyde saygınlığını kazanmış bir Başkan olarak görevi, saygınlığının zirvesindeyken bırakması, Fenerbahçe tarihinde böyle iz bırakması daha doğru olurdu, kanaatimce.
Seçim sonucunda kazanmak da var kaybetmek de.
Zirvedeyken “kaybeden” olmayı, Aziz Yıldırım’a konduramıyorum. Aklıma, 1982-1998 arası 16 yıl başbakanlık yapan Alman Şansölyesi Helmuth Kohl geliyor. Alman toplumunda büyük bir itibara sahipken, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesini sağlamış devlet adamı olarak tarihe mal olmuşken, Gerhard Schröder’e karşı 1998 yılında seçime gitti. Oysa seçim atmosferi artık Helmuth Kohl’ün zirvedeyken partisinin başında seçime gitmemesi gerektiği, başka birisinin genel başkan olarak seçime girmesi yönündeydi. Helmuth Kohl adaylıkta ısrar etti. Sonuçta seçimi “zirve”deyken kaybetti. Kazanandı, ama kaybeden olarak tarihe geçti.
Şu andaki atmosferde Ali Koç’un başkanlığa seçileceği beklentisi yüksek. Ali Koç isminin Fenerbahçelilere verdiği heyecan başka bir şey. Bazı toplumsal olgular vardır ki sosyolojik yönden, toplumsal psikoloji yönünden, değişim arzusu yönünden bağıra bağıra geliyorum der.
Ali Koç’un başkanlığa seçilmesi de bence önlenemez bir toplumsal olgu haline gelmiş. Ali Koç sevgisi Fenerbahçelilerin kanına girmiş bir kere, sportif başarının Ali Koç’un başkanlığıyla daha da yükseleceği beklentisi “iflah olmaz” bir şekilde yayılıyor. Çünkü değişim sadece Fenerbahçe Başkanlığı’nda olmayacak, Türkiye’deki sportif rekabetin niteliğinde de olacak. Spor kulübü başkanlarının en önemli toplumsal görevleri taraftarlarına rol model olmalarıdır.
Süresiz nafaka adaletsizliği devam ediyor
Türk Medeni Kanunu’nun 175'inci maddesi, boşanan eşlerden birisi boşanmayla yoksulluğa düşecekse, diğerinin yoksulluğa düşecek olan eşe nafaka ödemesini öngörüyor.
Kanunun lafzi yorumuna göre, yoksulluk nafakası bağlanabilmesi için, kusurun daha ağır olmaması aranıyor. Bu kuralın tersi yorumdan da mahkemelerimiz, bence hakkaniyete aykırı bir yorumla, boşanan eş eşit kusurlu olsa da yoksulluğa düşen eşe nafaka ödemesi gerektiğine karar veriyorlar.
Herhalde dünyada bizden başka hiçbir hukuk sisteminde, eşit kusurlu olan eş ile daha kusurlu olan eşler aynı yükümlülüğe tabi tutulmazlar. Boşanan eşlerden, kusurlu olan ile eşit kusurlu olan eş arasında hiçbir fark yok. Bu adil mi, tabii ki değil!
Ayrıca yoksulluk nafakası, üstelik eşit kusurlu eş isterse, süresiz olarak bağlanıyor. Yani boşanmada her iki eş de eşit kusurlu, ama birisi diğerine ömür boyu nafaka ödeyecek! Adalet “bunun neresinde”?
Anayasa Mahkemesi, süresiz nafaka ödenmesini, sosyal devlet ilkesinin bir gereği olarak kabul etti ve bundan doğan yükümlülüğü boşanan eşe yükledi. Oysa sosyal devlet ilkesi, yoksulluğa düşen eşe yoksulluktan kurtulması için gerekli mesleki eğitimi sağlama, iş ve çalışma hayatına kazandırmaya yönelik çalışmalarla gerçekleşir, boşanan eşin bundan sonra kuracağı hayatı gölgeleyecek şekilde, ömür boyu nafaka ödeme yükümlülüğü getirerek değil.
Yine Anayasa Mahkemesi’ne göre, evliyken geçerli olan aile içi dayanışmanın boşanmadan sonra da devam etmesi gerekir. Peki, bu gerekçe hayatın gerçekleriyle uyuşuyor mu? Birbirleriyle şiddetli geçimsizlik yüzünden boşanmış, birbirlerinden düşmanlık derecesinde nefret eden iki insan haline gelmiş eşlere, boşandıktan, yollarını ayırdıktan sonra da süresiz sonra nafaka yükümlülüğü getirerek dayanışma sağlanmış mı oluyor, yoksa düşmanlıklar ve nefret duyguları daha mı artmış oluyor!
Kanunların beklediği sonuç ile gerçekleşen sonuç birbirine tamamen zıt ise, hiç vakit kaybetmeden yasal değişiklik yapılmalı. Birbiriyle geçinemeyen iki kişiye boşandıktan sonra süresiz nafaka yükümlülüğü getirerek dayanışmaya devam etmek zorundasınız dememeli. Süresiz nafaka ödeyen eşin kurduğu yeni evlilikleri de hesaba katmalı!
Özay Şendir
F-35 meselesinde kitabın orta yeri...
29 Kasım 2024
Didem Özel Tümer
Ankara’da ‘değerlendirme’ kulisi: Öcalan ile kim görüşecek?
29 Kasım 2024
Abbas Güçlü
Diploma mı, meslek mi?
29 Kasım 2024
Abdullah Karakuş
Bölgede satranç ve terörle mücadele
29 Kasım 2024
Mehmet Tez
Suudi Arabistan başarabilecek mi?
29 Kasım 2024