Geçen gün az şarjla evden çıkmak zorunda kaldım. Metroya girdim, aşağıda şarjım bitti. Dışarı tabii ki çıkamadım çünkü turnikede ödeme yapamadım. Yani telefonu okutamadım. Nasılsa telefonum var diye kartımı, cüzdanımı falan da almamıştım.
İki saat dil döktüm, şarj dilendim. Yanıma şarj kablosunu da almamışım işte aceleyle çıktığımdan. Sonunda buldum. Sıfırdan şarja takınca telefonun açılmasına kadar geçen süre insana kaç saat geliyor biliyor musunuz?
Telefonda yüzde birlik şarjla da olsa dışarı çıkmayı başardım. Ama bu defa da gideceğim yerde yiyip içtiğime nasıl para ödeyeceğim endişesi bütün benliğimi kapladı. Kendimi çıplak gibi hissettim. Anksiyete nöbeti dalga dalga geliyordu. Ya şarjım biterse...
Soho’da bilgisayarlılara iyi davranır gibi görünen bir kafeye girdim. Bilgisayarlılara iyi davranıyor olabilirlerdi ama şarjsızlara kimse iyi davranmıyordu. İki cihanda lekeliydik. Yılmadan şarj sordum. Sırayı gösterdiler. Tek unutkan ve tedbirsiz insan ben değildim. Geniş koltukta oturan bir dizi şarjsızla bekleşmeye başladık.
Belki bir ihtimal almışımdır diye çantayı tekrar tekrar karıştırırken, ATM kartımın yanımda olduğunu fark ettim. Gidip köşeden biraz para çekeyim dedim. Kartı soktum ama şifreyi hatırlayamadım. Bu kartı kullanıp en son para çektiğimde daha Kovid diye bir şey yoktu. Şifreyi hatırlamam mümkün değil. Kös kös döndüm şarj sırasının sonuna. Yerimi de kaybettim zaten.
Telefonumu sonunda şarj ettim. Şarjımı beklerken içtiğim kahvenin ve yediğim tostun parasını ödedim ve çıktım. Kahve ve tostu ödemek için telefonu şarj etmem, şarj için kahve ve tost ısmarlamam gerekmesi şahane bir paradoks oldu. Şarj mı kahveden, yoksa kahve mi şarjdan, yoksa tost mu kahveden... Ya da öyle bir şeyler.
Ardından, ful şarjlı ve ful öz güvenli bir şekilde ayaklarımı rap rap vurarak yürürken, karşıma çıkan ve bozukluk isteyen garibana “Maalesef para hiç yok” dedim. Adam yüzünü ekşitip gitti. Az ilerideki Sainsbury’nin önünde yatan evsiz de para istedi. Bu sefer zoruma gitti, içeri girip adama bir şey alayım dedim. Bir paket cips aldım, kasada telefonu gururla bip’letip çıktım. Evsize cipsi uzattım.
Bir parantez açayım. İngiltere’de dilencilik bir meslek değil. Yani biz İstanbul’da mesela dilenciye yazıktır diye yiyecek bir şey versek, istemez. Çünkü dilencilik parayla yapılır. Adam orada aç değildir, işini yapmaktadır. Mantık bu. Tost most alırsan da saygısızlık olarak alır, bu tavrı hiç beğenmez. İngiltere’deyse sokakta para isteyenler gerçekten parasız garibanlar. Yiyecek içecek alınıyor onlara o yüzden. Kapa parantez.
Eleman doğruldu, cipse baktı. Ben teşekkür beklerken, eleman “Az tuzlu sevmiyorum” dedi. “Soğanlı alır mısın? Keşke sorsaydın” diye de bozuk attı. Ben az tuzluyu severim ama tabii sormak da iyi olabilirdi hakikaten. Ben yemeyeceğim ki neticede. Az tuzluyu çantaya attım, soğanlı alıp adama verdim. Teşekkür etti, gene bozuk para istedi. “Ama yok işte” dedim. Baştaki noktaya geri döndük. Daha doğrusu, baştaki nokta eksi iki paket cips gibi bir noktaya gerilemiş oldum ben.
Sokağın başında müzisyenler gitar kutusuna biraz bozukluk koymuşlar, devamını da dinleyicilerden bekliyorlar. Kimsede para olmadığı için bir şey yapamıyoruz. Paranın hayatımızdan yok olması en çok evsizleri ve sokak müzisyenlerini etkiledi. Metrodakiler ya da yeri yurdu belli olup hafiften ünlü olanlar çoktan temassızla ödemeye geçtiler (tarife 3 pound ve bence biraz pahalı) ama çoğu garibanın böyle bir imkânı yok hâlâ. Metroya bindim ve temassız temassız evime döndüm.
Yolda yürürken, bir sürü mağazada gözüme çarpan bir şey artık: “No Cash” Londra’da iş yerlerinin yüzde doksanı belki de yüzde doksan dokuzu, pandeminin de hızlandırıcı etkisiyle artık sadece temassızla ödeme alıyor. Kartınız
ya da akıllı telefonunuz yoksa hiçbir şey yapamazsınız. Toplu taşımaya binemezsiniz, evsize, dilenciye para bile veremezsiniz.
Öte yandan, geçen hafta büyük azar işittim. Brick Lane’deki Rough Trade East’de. Britt Daniels’ın akustik performansına davetliydim. Öncesinde bir arkadaşla karnımızı doyuralım diye sokaktaki meşhur bagel’cıya daldık. Seçtik, paketlettik, şak diye telefonları çıkardık. Öfkeli kadın iki parmağını birbirine sürtüp o gayet iyi hatırladığımız işareti yaptı. “Para para, burada gerçek para geçiyor!”
Bizde para yoktu. Tezgâhta telefonları üzerine tutup “dıt” sesini işiteceğimiz bir şeyleri çaresizce aradık. Yoktu.
Kadın sert bir hareketle paketi geri bıraktı. “Para yoksa bagel yok.”
Birbirimize baktık: “Kadın haklı” dedik. Aç aç konsere girdik.