Depremin yarattığı üzüntü ve tedirginlik hepimizin uykusunu bozdu. Özellikle de bu depremin ilki sabaha karşı olduğu için bir de uykuda yakalanma korkusu var. Aman telefonum başucumda olsun, şarjını tamamlayıp yatayım, üzerimde kalın eşofman olsun, deprem çantam yanımda olsun diyenlerimiz hatta yanında damacana suyla ve boynunda düdükle uyumayı düşünenlerimiz bile var. Bu korkuyu belki de biraz yumuşatmak adına şakayla karışık değişik fikirler elbette ki doğabiliyor. Hastanede beraber çalıştığım bir arkadaşım yüksek katta oturduğu için nasıl kaçarım diye kara kara düşünürken bir fikir üretip yanında paraşütle uyumayı düşündüğünü söyledi. Deprem olunca paraşütle camdan atlayacakmış Bu son söylediğim muhabbetten sonra o içimiz kan ağlayan halimizle bile hep beraber bayağı gülmüştük.
Şaka bir yana deprem olduğu zaman ne yaparım düşüncesi bile hepimiz için çok ürkütücü. O anda soğukkanlı bir şekilde hareket etmek bile belki çok zor olacak. Kim bilir bu depremi bizzat
Depremin yıktığı sadece binalar olmadı kaybolan hayatlar her birimizin ama özellikle de yakınlarının içine kolay kolay sönmeyecek bir kor bıraktı. Ne hayaller söndü, gelecek planları suya düştü.
Deprem sonrasında ise kum yığını görüntüsüne dönmüş bina enkazlarının yanında sapasağlam duran binaları da gördük. Kiremitten yapılmış kolonları, içinden deniz kabuklarını ayıkladığımız, deniz kumundan yapılmış ve yıkılmış duvarları gördük. Benim bildiğim çocukken deniz kenarında oynadığımızda oyuncak kovamıza doldurduğumuz kumla kaleler yapardık. Sonra bu kale en ufak dokunuşta yıkılırdı. Ama kimseye bir şey olmazdı. Hemen yenisini yapardık. Ama depremde yıkılan bu kumdan duvarlar kim bilir kaç çocuğu, annesini, babasını, akrabasını içine gömdü. Üstelik bu deniz kumu içerdiği tuzlu su nedeniyle duvarda zaten olması gerekenden daha eksik olan demirleri de korozyana uğratıp eritiyor.
Deprem sonrası görüntülerde korku filmi gibi izlediğimiz yıkılan binaları gördükçe hepimiz önce oturduğumuz bina olmak üzere, iş
Hepimiz çok üzgünüz. İçimizden bu depremi bizzat yaşayanlar, enkazda yakınlarını kaybedenler çok daha fazla etkilendi ve daha da üzgün. Deprem sonrası bölgede bulunarak enkazdan yaralı ya da ölenleri çıkaranlar, yardım amacıyla gidip felaketin boyutunu kendi gözleriyle görerek yaşayanlar da ayrı üzgün. Hepimiz bu büyük felaketi değişik derecelerde hissettik ve bu hissi de ömrümüz boyunca hiç unutmayacağız. Elbette bu stresin insanın ruh sağlığında bıraktığı iz de hiç hafife alınmayacak kadar büyük. Zaten işte bu duyguları taşımak canlıyı insan yapıyor. Ancak aynı zamanda da insanın aklı, mantığı, muhakeme kabiliyeti var. Belirli bir yaşa geldiğimizde hayatın tozpembe olmadığını, acının da, mutsuz olayların da var olduğunu maalesef görerek, yaşayarak anlıyoruz. Kabullenerek önümüze bakmak, hayata devam etmek gerekiyor bazen. Olanla ölene çare yok. Bizim üzerimize düşen yaşadıklarımızdan, gördüklerimizden ders almak, hangi tedbirleri alacağımızı iyi öğrenmek. Acımızı, yasımızı gerektiği gibi
Ülkemizde başımıza gelen bu deprem felaketi yüzünden hepimiz çok üzgünüz. Dünyada da bu haberi duyan ve insan olan herkes çok üzüldü. Çünkü böylesine bir acıyı görüp de üzülmeyen, etkilenmeyenin insan olduğundan şüphe etmek gerek. Depremde hayatını yitirenlere rahmet, geride kalan yakınlarına sabır, yaralılarımıza şifa dilerim. Hissettiğimiz duyguları tarif etmede kelimeler yetersiz kalıyor. Büyük bir kâbus gibi olan bu günler geçecek ancak hepimizde derin bir iz bırakacak.
Birçoğumuz 1999 yılındaki depremi de yaşadı. 17 Ağustos’ta hastanede nöbetçiydim. Deprem esnasında yoğun bakımdaki hastalardan bilinci yerinde olanların neredeyse hepsinin kalp ritminde anormallikler olmuştu. Hastaların bağlı olduğu monitörlerin alarmları ritmi bozuk orkestra gibi aynı Banda çalmaya başlamıştı. Yoğun bakım ekibi olarak kısa sürede ortamı toparlamıştık ancak sarsıntı anında yaşadığımız korkuyu dün gibi hatırlıyorum. Hemen sonrasında Ataköy’de 8. katta oturan ailemi aradım. Ağabeyimle konuşana kadar
Tarih boyunca önemli salgınlara yol açan virüsler özellikle kış aylarında etkilerini artırarak başımıza dert olmayı sürdürüyorlar. Bilim dünyası da bu kendi küçük marifeti büyük mikroplarla mücadele için sürekli çaba sarf ediyor. Bu çabalar, araştırmalar da bize her geçen gün yeni bilgileri kazandırıyor. Pandemide kuersetinin ve onun daha da ileri bir formu olan isokuersetinin faydalarından sıklıkla bahsettim. Bağışıklık sistemimizi kuvvetlendirmede en güçlü yardımcılarımızdan biri olan kuersetin mikrobun kendisine de bizi kurtarıcı etkilerde bulunuyor.
Virüslerin hızlı değişir
Virüslerin hızlı değişimi kabiliyeti tedaviyi zorlar. Biz bu olumsuz özelliği her yıl grip virüsündeki değişim ile önceden beri biliyoruz. Bu nedenle her yıl grip aşısı değişiyor ve ancak bir önceki yılın virüsüne göre hazırlanıyor. Bu aşı birebir o yılın virüsüne ait olmasa bile en azından hafif atlatmayı sağlıyor. Benzer olayı koronavirüs ailesindeki baş döndüren değişimlerle de pandemi boyunca yakından
Yaşlanmak doğal bir süreçtir. Hücrelerimiz yaşlanır ve ölür. Bu doğanın bir kanunudur ve aksi düşünülemez. Gerçek dışı olarak kabul edilen ölümsüzlük ya da hiç yaşlanmama fikri kimi zaman bilim kurgu tarzındaki filmlere konu olmuştur. Blake Lively’nin başrolü paylaştığı ‘Ölümsüz Aşk’ (The Age of Adeline) böyle bir konuyu işler. Filmde hiç yaşlanmayan Adeline isimli kadın tarihte birçok olaya tanıklık ederken hep 29 yaşında kalır.
Antikor hapları geliştirildi
İspanya’daki Katalunya Oberta Üniversitesi ile İngiltere’deki Leicester Üniversitesi’ndeki araştırmacılar yaşlanmış hücrelerin üzerindeki belirli proteinleri tanımlayan bir antikor molekülü geliştirdi.
Hücresel yaşlanma nedir?
Bu araştırma sonucunu anlayabilmek için hücresel yaşlanmayı anlamamız gerekir. Hücreler yıprandıklarında, bölünebilme yeteneğini kaybettiklerinde önlerinde üç seçenek oluyor; kendisini onarmak, ölmek veya zombi hücreye dönüşmek. Zombi hücreler
Stres ve kaygı yüksek tansiyona neden olabilir mi? Bu sorunun cevabı hiç kuşkusuz, “Evet” olacaktır. Stresin tansiyonu yükselttiğini hepimiz biliyoruz.
Kalbi daha iyi kontrol etmek için onu zorladığımızda neler olduğunu görmek için yaptığımız testin adı efor testidir. Bu test stres testi olarak da adlandırılır. Bir yandan aynı spor salonlarındaki gibi yürüyen bantta yürürken bir taraftan da her üç dakikada bir tansiyon ölçülür. EKG ile sürekli takip yapılır. Burada efor arttıkça yani kalp daha çok strese girdikçe tansiyonun da yükseldiğini gözlemleriz. Bu vücudun doğal bir tepkisidir. Ancak tansiyonun kaça kadar yükseldiği önemlidir.
Kronik stresin tansiyon da dahil olmak üzere vücuda birçok zararı olabilir. Hatta bağışıklık sistemimizi bile olumsuz etkilediğini biliyoruz. Uykuyu bozduğunu, yeme alışkanlıklarını olumsuz yönde etkileyebildiğini, obeziteye, abur cubur yemeye yönelttiğini biliyoruz. Tüm bunların her biri de ayrıca yüksek tansiyonun da sebepleri arasında sayılabilir. Stres
Geleneksel tamamlayıcı tıp alanında pek çok rahatsızlığın tedavisini mümkün kılan ozon terapisi; giderek genişleyen bir hastalık grubuna hitap ediyor ve başarılı neticeler veriyor.
Ozon, üç tane oksijen atomundan oluşan, keskin kokulu, havadan daha ağır bir gazdır. Adı Yunanca ‘koku yayan’ anlamına gelen ‘ozein’ kelimesinden türemiş. Güçlü mikrop öldürücü etkisi nedeniyle ilk olarak 1856’da ameliyathane dezenfeksiyonunda kullanılmış. 1860’da Monako’da su dezenfeksiyonunda kullanılmış. 1900 yılında, ilk ozon jeneratörü patentini Nikola Tesla almış. 1902 yılında Dr. H. J. Clarke ozonu anemi, diyabet, grip hastalığının tedavisinde kullanmış.
1909’da etlerin soğuk depolanması için yiyecek koruyucu olarak kullanılmış. 1915’de Dr. Albert Wolf, I. Dünya Savaşı sırasında kangren ve yaraları ozonla tedavi etmiş. 1975’te Dr. Buckley ekibi ile ozon tedavisinde peroksit oluşumu ile sağlanan yüksek oksijenlemenin glutatyon enzim sistemi üzerinden eritrositleri aktive ettiğini ilk kez kanıtlamış. Aynı yöndeki bilimsel