Kamu spotları, ancak toplumu ilgilendiren ve yayınlanmasında kamu yararı bulunan olay ve gelişmelere ilişkin konular içindir. Mesleğin etik kuralları toplumsal sorunları sadece bir haber olarak değerlendirmenin çok ötesinde belli bir sorumlulukla da hareket etmeyi gerekli kılar.
Önce parçalanmış hayatlar; tacize uğrayan çocuklar, şiddet mağduru kadınlar, çevre kirliliği, sağlık skandallarıyla dolu, toplumda moral paniğe yol açacak yığınla yaralayıcı haberi izliyorsunuz sonra ekran kararıyor; siyah zemin üzerine “zorunlu yayın” yazılı bir kamu spotu beliriyor…
Yatağın başucunda komodinin üzerinde duran bir gece lambası devrilmiş, şiddete yenik düşmüş bir kadın, elinde oyuncak bebeği, korkmuş, ürkmüş bir ifadeyle masanın altına saklanan küçük bir kız çocuğu, ilacını eğilip alamayacak durumda yaşlı bir hasta. Ve bu görüntülere eşlik eden bir ses şöyle diyor: “Bazen sorunlar içinden çıkılmaz olur, çözüm uzaklar da gibi görünür. Bazen kendinizi yalnız hisseder yardım isteyecek kimsenizin olmadığını düşünürsünüz. Bazen kendinizi çaresiz hisseder saklanmaktan başka bir çare göremezsiniz… Alo 183 aile, kadın, çocuk, yaşlı ve engelli sosyal destek hattı. Çözümü yalnız aramayın 183’ü arayın…
Ar
Sizce bir çocuğun ihmalkârlık sonucu ölümünün siyasiler, bürokrasi, yerel yönetimler ya da kamuoyu açısından önemi nedir?
Kadir Açık sekiz yaşında bir çocuktu. Bir parkta arkadaşlarıyla saklambaç oynarken trafonun kapağını açtı, elektrik akımına kapılarak hayatını kaybetti. Öldüğünde üzerinde çizgi film karakteri Donald Duck baskılı bir tişört vardı. Önce bir devlet hastanesi morgunda bekletildi, sonra ‘sessizce’ defnedildi. Sizce bir çocuğun ihmalkârlık sonucu ölümünün siyasiler, bürokrasi, yerel yönetimler ya da kamuoyu açısından önemi nedir? Acaba bir çocuğu parkta bile koruyamayan bir devlet bunun sorumlularını araştırmış mıdır? Bir çocuğun ölümü, diğer parklarda trafo ve panoların bulunup bulunmaması ya da kilitli olup olmadıkları sorusunu hiç mi akla getirmez?
Bu sorunun yanıtını yine basın verdi. Benzer tehlikenin ne yazık ki, diğer çocuk parkları için de geçerli olduğunu yazarak… Milliyet gazetesinden Çiğdem Yılmaz; İstanbul’un 5 ilçesinde 10 parkta yer alan elektrik panosundan sadece birinin kilitli olduğunu yazdı. Her ne kadar üzerlerinde “ölüm tehlikesi” ya da “dikkat” yazsa da, 2-6 yaş grubu çocukların bu uyarıları fark etmesinin mümkün olmadığını, panoların parkların
“Nefret suçlarını önlemenin yolunun, silahlanmayı kısıtlamak değil, ibadet yerlerine güvenlik güçlerinin yerleştirilmesi” olduğunu söyleyen siyasi söylemler, acaba fotoğrafın elimizde olmayan eksik parçası olabilir mi?
Önce elimizdeki ‘fotoğrafı’ kesip saklayalım: Sarıkla, takkeyle veya kipayla gezdiğiniz, inancınızı rahatça dile getirdiğiniz demokratik bir ülkede, kutsal bir mekânda dua ederken, öldürülmenin fotoğrafını... Ve soralım: Nefret söyleminden beslenen, benzer öfkeleri paylaşan ve bu suçu işleyen kişilerin varlığı neyin, nasıl bir zihniyetin sonucudur?
Dünya medyası, bu soruya özellikle siyasilerin suça dönüşen kin ve nefret söylemleri üzerinden yanıt arıyor. Son dönemde tırmanışa geçen anti-semitik saldırılarla demokrasinin aldığı ölümcül darbeler ve benzer olayları zamana yayarak, görmezlikten gelmenin olası sonuçları üzerinde duruluyor. Örneğin; New York Times; Pittsburgh kentinde sinagoga düzenlenen ve on bir insanın ölümüyle sonuçlanan son saldırıyı “ABD’yi zehirleyen nefret” başlığıyla manşetine taşıdı. Ülkedeki anti-semitik saldırıların geçtiğimiz yıla oranla yüzde 57 oranında arttığını belirterek siyasilerin nefret söylemlerinin bu olaylardaki rolünü sorguladı.
Si
Bir cinayeti kendi kurgusal gerçekliğinizden yola çıkarak değerlendiriyorsanız, bir süre sonra olayla ilgili somut gerçekleri ayırt edemeyecek bir aşamaya gelebilirsiniz. “Akıl oyunları” dediğimiz şey tam da budur; kurgusal olanla gerçek olanı ayırt edememek!
Rezervuar Köpekleri” filmini hatırlar mısınız? Beyaz gömlekli, siyah takım elbiseli beş karanlık adam. Birbirlerinin isimlerini dahi bilmeyen bir çete. Soygun sırasında küçük bir aksilik sonucu ortalığı kan gölüne çevirirler, biri diğerini, diğeri ötekini, öteki hepsini temizler. Biz soygunu görmeyiz ama bir soygun yapıldığını biliriz. İçlerinden birinin bütün hikâyeyi yönlendiren olduğunu anlarız. Ama filmin sonuna kadar sadece tahmin etmek zorunda kalırız. Polisin depoyu bastığını biliriz ama görmeyiz, soyguncuları tanırız ama hiçbirinin hikâyesini bilmeyiz… Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi olayı giderek bu filmdeki gibi ‘tek plan çekim’ olayına dönüşüyor olabilir mi?
Gazeteci kimliğinizle bir cinayeti araştırıyorsanız, üstelik söz konusu olan cinayet, ülkeler arası diplomatik krizlere yol açacak ve başka bir ülkenin güvenliğini gölgeleyecek büyüklükteyse doğru soruları sormak ve öncelikle bu soruların peşine
Kendisini daima foto muhabiri diye ifade eden, “yüzyılın hafızası” Ara Güler, mesleği iyi icra etmenin yolunun bakarak değil görerek, bilerek değil hissederek yapıldığını ‘çaktırmadan’ öğretmişti
Bir gazeteci; kendi alanında uzmanlaşsa da, yaptığı haberin fotoğrafla daha da anlam kazandığını bilir. Bunu en iyi bilenlerden biri Ara Güler’di. O kendisini daima foto muhabiri olarak ifade ederken, bizim için de fotoğraftan daha öte, “yüzyılın hafızası” oldu.
Fotoğrafın ‘yaşamın bizzat kendisi’ olduğunu hepimize öğreterek aramızdan ayrıldı. Bize mirası büyüktür… Koca bir tarihin bizzat kendisini bırakıp gitti. O dünyayı gözüyle ‘yazan’dı. Deklanşöre her bastığında, hayata ve insana dair yaşanmış bir tarihi, önünüze milyonlarca fotoğrafla yığan bir arşivci… Hüznü, sevinci, kederi, üzeri çizilmiş hayatları ve toprağı, güneşi, bulutu kayıt altına alan bir gazeteci… Ve hatta her fotoğrafı anılarıyla efsaneleştiren bir romancı…
1990’lı yılların ortasında Ara Güler’i Radikal’de çalışırken böyle tanımıştım. Gazetecilerin gözünde yaşayan bir efsane olarak. O yıllarda gazetede bir Ara Güler fotoğrafı kullanılacaksa titizlik istenirdi; arşivciden muhabire, sayfa sorumlusundan matbaacısına
Gümüşhane’deki köylülere göre çalınan, valiliğe göre yıkılan Kınalı Kemer Köprüsü’yle ilgili söylenenler, dehşet verici bir bilgisizlikle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor
Akşam randevu veriyorsun; “Yarın saat 09.00’da şu heykelin yanında buluşalım” diye, sabah gidiyorsun heykel yok!.. 2015 böyle bir yıldı. Ankara Yüksel Caddesi’ndeki heykellerin neredeyse tamamı çalındı. Her gün bir heykel! Önce “Çiçekçi kız” heykeli, ardından “Oturan yorgun amca” heykeli, sonra “Oturan kadın” heykeli çalındı. Medya çalınanları yazmakla başa çıkamayınca, sonunda “Ayakkabı boyacısı adlı heykel çalınmadı” diye yazmak zorunda kaldı. Yetmedi; dünyaca ünlü piyanist ve besteci Frederic Chopin’in bronz büstü çalındı. Tarımcı Atatürk Anıtı’nın rölyefleri çalındı. Seğmenler Parkı’nda ünlü heykeltıraş İlhan Koman’a ait bronz heykel de çalınınca tepkiler üzerine yerine yenisini koydular. Artık bir galerinin bahçesinde, elinde altın varaklı güneş tutan,140 kilo ağırlığındaki bronz “Hemera” heykelini çalmamak olmazdı, haliyle onu da çaldılar…
Bir toplum kendi tarihini çalmaya, yağmalamaya başlamışsa orada ‘bağıra çağıra’ haberciliğinizi konuşturmak zorundasınız. Ama bu çalıp çırpma haberleri hava durumu
Bugün, altı öğrencinin isminin karıştığı ‘öpücük davası’nın, yıllar önce baklava çalan çocukların davasından çok da farklı olmadığını anlayamadığımız için tepki bile gösteremiyoruz .
20 yıl önce baklava çalan çocukların davasını hatırlıyor musunuz? Baklava yüzünden o çocuklara yapılan eziyeti, işkenceyi, hukukçuları bile isyan ettiren cezaları? O tarihlerde dava baklava hırsızlığından vicdan davasına dönüştü. Çocuklar medyanın ve kamuoyunun daha da önemlisi hukukçuların gündeminden aylarca düşmedi. Araya psikologlar sosyologlar, eğitim bilimciler girdi; çünkü o güne ve o olaya kadar, mağdur çocukları korumak için cezaların artırılması gerektiğini tartışmaktan, suça itilen ve çoğu kez “haksız” bir şekilde cezalandırılan çocukları unutmuştuk…
Hâlâ unutuyoruz… Bir okul bahçesinin arkasında buluşan iki öğrencinin öpüşmesini bir başka öğrenci cep telefonuyla kaydetti. Sosyal medyada paylaştı. Aynı okuldan iki öğrenci de bu görüntüleri birbirleriyle paylaştı.
Görüntünün yayılmasının ardından önce okul müdürü ve sınıf öğretmenleri devreye girdi. Ardından polis ve savcılık duruma el koydu. Soruşturma sonunda müstehcen yayınların üretiminde çocukları kullanmak, çocuğun cinsel istismarı,
Gazeteci; tüm bilgi kaynaklarına serbestçe ulaşma ve kamu yaşamını belirleyen, halkı ilgilendiren tüm olayları izleme, araştırma hakkına sahiptir. Gazetecinin karşısına çıkarılacak gizlilik ve sır gibi engeller, hukuk ve uluslararası normlara uygun olmalıdır.
Gazeteci ne yapamaz? Örneğin yazılı basının intihar haberleri ile ilgili kuralları var. Kamusal kimliği olan, ünlü ya da kriminal açıdan tartışmalı intihar haberlerinin dışında, intihar vakalarını haber yapamaz. Medyanın bu yöndeki kararını destekleyen intihar haberlerinin sakıncaları üzerine yazılmış yüzlerce makale bulabilirsiniz… Türkiye Gazeteciler Cemiyeti adına Etik Kurul olarak yaptığımız bir çalışmada biz de bu konudaki görüşümüzü şu ortak kararla belirledik: Gazeteci sadece kamuoyunu ilgilendiren politik ya da ünlü kişilerin intiharı ile kriminal öneme sahip intihar vakalarını haber yapabilir. Bu tür istisnai durumlarda bile intiharın yöntemine ilişkin özendirici ve öğretici ayrıntılara yer verilmemeli, intihara ilişkin fotoğraf ve görsel malzeme kullanılmamalı…
Geçtiğimiz günlerde bir babanın intiharı bazı medya organlarında yer buldu, internet haber siteleri yayımladı, yazılı basın yer vermese de haber sosyal