Mesleki eğitimin önemine yönelik geri dönüşler oldukça fazla.
Sevindirici bir durum ama dudak bükenler de yok değil.
Görünen o ki bu çok önemli konuyu daha uzun süre sabırla anlatmamız gerekiyor.
Mesleki eğitim, sistemin, üretimin ve özellikle de yaşamın uzağındakiler için çok şey ifade etmese de bizzat içinde olanların “olmazsa olmazı” olmaya devam ediyor.
Söz bugün, uygulamanın bizzat içindeki sizlerde.
Neler yapılabilir?
“Mesleki Eğitimin tüm dünya ülkeleri için çok büyük bir ihtiyaç olduğu ortadadır. Her ülke kaliteli üretim personeli bulmakta zorlanmakta.
Avrupa’da birçok ülke işletmelerinde kurdukları Eğitim Birimleri ile kendi personelini Çırak öğrenci olarak kayıt etmekte ve istihdamına yönelik yetiştirmektedir.
Yaşam bir zincirler bütünüdür. Halkalar ne kadar güçlüyse hayata o kadar güçlü tutunursunuz.
Nasıl ki çürük bir domates tüm kasayı çürütürse, zayıf bir halka da tüm zinciri darmadağın edebilir.
Meslekler de öyledir.
En sıradan gibi görünen bir meslek bile gün gelir, hayati önem taşır.
Bu yüzden hiç ama hiçbir meslek donanımsız ellere bırakılmamalıdır…
Hele ki gelecekte.
Neden mi?
Yaşam ve insanlar gibi meslekler de değişiyor, çıta yükseliyor ve en önemlisi de yeni mesleklerin arkasında binlerce yıllık bir birikim ve tecrübe yok…
4+4+4 yerine bugünün ve geleceğin ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir yapılanmaya gitmek adeta zaruret haline geldi.
Bu noktada hep birlikte sesli düşünerek aklımızdan geçenleri paylaşmalıyız ki MEB de onları dikkate alarak yeni açılımlar getirsin.
Hiçbir öneri getirmeden sadece olanı biteni eleştirmek, çözüme değil, kaosa katkı sağlar ki bunu da hiçbirimiz istemeyiz.
Neden mi?
Ne ülkemizin ne de çocuklarımızın yararına da ondan!..
Yeniden bir yapılanmaya gidilirken okul öncesi eğitim mutlaka zorunlu eğitim kapsamına alınmalı.
Hatta bir değil iki yıl bile olabilir.
Temel eğitimin birinci basamağı olan ilkokul 5 ya da 6 yıl, ikinci basamağındaki ortaokul ise iki yıllık bir yönlendirme ve liseye hazırlık şeklinde olabilir.
Şaka değil 30 milyona yakın öğrencimiz var.
Bu 150 ülkenin nüfusundan daha fazla.
Daha çarpıcı olan ise on milyonlarca diplomalı “işsiz”imiz ya da öğrenim gördüğü alanla hiç ilgisi olmayan işlerde çalışmak zorunda kalan gencimizin bulunuyor olması.
Gençlerimizi bol bol diploma sahibi yaptık ama iş sahibi yapamadık.
“Doktoralı işsizler” kavramı da muhtemelen sadece bize özgü.
Her ülke için en üst ve en değerli kalifiye araştırmacı durumunda olan bu gençlerimiz de maalesef “diploma sevdası”nın kurbanları arasında yer alıyorlar.
Diplomalı olmak elbette çok güzel ama sevdiğiniz bir alanda, çok iyi koşullarda çalışıyor olmak çok daha güzel, çok daha huzurlu ve çok daha sürdürülebilir!..
Diploma mı meslek mi?
Buruk bir Öğretmenler Günü yaşandı. Beklentiler çoktu ama hemen hepsi karşılıksız kaldı.
Umarız önümüzdeki günler öğretmenlerimiz için müjdeli haberlerle dopdolu olur.
Olmalı da…
İstanbul Kültür Üniversitesi Eğitim Fakültesi, önceki gün, 24 Kasım Öğretmenler Günü kapsamında, çok keyifli ve
bir o kadar da verimli bir etkinliğe imza attı.
Cıvıl cıvıl öğretmen adayı öğrenciler, ilham veren öğretmenler ve eğitim sevdalısı öğretim kadrosu geleceğe olan umudumuzu daha da pekiştirdi.
“Cumhuriyetimizin 100. Yılında Eğitim ve Öğretmen” temalı bir program, ancak bu kadar güzel ele alınabilir ve eğitimin bugün olduğu gibi gelecekte de bu kadar önemli olacağı ancak böylesine iz bırakacak şekilde anlatılabilirdi.
Üniversitenin Kurucusu Fahamettin Akıngüç’ün yaratmak istediği üniversite ve görmek istediği tablo işte tam da buydu.
Öğretmenler için yüzlerce sıfat sayabiliriz. İçlerinde en çarpıcı olanlardan birisi de “Geleceğin Mimarları”dır.
Onlar ne kadar donanımlı, ne kadar vizyoner, ne kadar mutlu ve ne kadar sevgi doluysa yaratacakları eserler de o denli başarılı ve huzurlu olacaktır.
Eğitim bir beka sorunu ise onlar da olmazsa olmazıdır…
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken Bilgi ve Bilim Çağı’nı geride bıraktık, Bilişim Çağı’nı yaşıyoruz.
Bu yeni çağda en değerli hazine, bilgiyi ve bilimi olabildiğince hayata geçirmektir.
Dolayısıyla eğitim ve öğretmenin yeni yüzyıldaki misyonu, birinci yüzyıldan çok farklı olacak ve anahtar rolü üstlenecektir.
Ama gelin görün ki, eğitim ve öğretmen, bir türlü Türkiye’nin gündemine oturmuyor ya da konuşulması gerekenlerin çok ötesinde detaylarla uğraşıyoruz.
Aslında onları göz ardı etmekle, kendi geleceğimizi riske atıyoruz ama pek çoğumuz maalesef bunun farkında bile değil...
Milli Eğitim Bakanlığı yeni müfredat çalışmaları kapsamında, “İki yabancı dil öğretim hedefi” ile 5. sınıflara yönelik kapsamlı bir proje başlattı.
Daha önce de benzer pek çok projeye imza atmıştı. Örneğin Cumhuriyetimizin 100. yılında yani bu yıl liseyi bitiren her öğrenci iki yabancı dille yazıyor, konuşuyor olacaktı.
Peki bunu başarabildik mi?..
Yine MEB’in açıklamalarına göre bırakın iki yabancı dili, Türkçe konusunda sıkıntılarımız olduğunu çocuklarımızın 300, 400 kelimeyle konuştuğunu bizzat Bakan Bey açıkladı.
Konunun ciddiye alınması, yeni açılımlar getiriliyor olması sevindirici.
Hele bir de doğru yol haritası çizilir ve herkese değil de isteyene, meraklısına ve belli okullar için zorunlu hale getirilirse başarılı olmamak işten bile değil.
Yabancı dil konusunda Cumhuriyet tarihi boyunca çok farklı arayışlarımız, deneyimlerimiz, başarılarımız, başarısızlıklarımız oldu.
Örneğin çok uzağa gitmeden hepimizin hatırlayacağı son 50 yıldaki uygulamalara bir göz atalım.
Abartmayı çok seviyoruz.
Bunu en çok da seminer, sempozyum ve benzeri etkinlikler düzenlerken ya da müfredat programlarını yenilenirken görüyoruz.
İki günlük bir sempozyumun 40-45 dakikalık oturumlarında 35 konuşmacı olur mu?
Oluyor.
Çok daha fazlalarına da şahit olduk.
“Biz yaptık oldu” mantığı ya da kimilerine “dayatması” düzenleyicileri mutlu etse de konuşmacı ve özellikle de dinleyicilerde aynı etkiyi yarattığını hele hele verimli olduğunu söylemek mümkün değil.
Öyle ki kalabalık oturumlarda konuşmacıların çoğuna 5-10 dakika arası bir süre düşüyor ki, o sürede ne anlatılır bir yana onca yolu çekmeye değer mi deyip bu tür organizasyonlardan kaçanların sayısı giderek artıyor.
Haksızlar mı?