Basit sorular sorarak bir yere ulaşmaya çalışalım:
1- Bu bizim en iyi takımımız mı?
2- Cumartesi akşamı izlediğimiz, cebinde Türkiye Cumhuriyeti pasaportu olan futbolcular arasından çıkabilecek en iyi takım mı?
Lafı uzatmadan cevabını aramamız gereken soru bu. Bu sorudan ve sanıyorum ortak ‘olumsuz’ cevabımızdan, gereğinden büyük sonuçlar çıkarmak derdinde değilim. Buradan bir yöntem sınıflandırması yapmak amacındayım. Terim, iki temel milli takım direktörlüğü biçiminden ‘seçici’liğe değil ‘yetiştirici/eğiticiliğe’ soyunmuş durumda. Hem de bunu dünya yüzünde en katı şekilde yapan teknik direktör olarak ortaya çıkıyor. Geride bıraktığı oyuncular ve sarıldıklarının anlattığı bu. Bir ‘Terim takımı’ ortaya koyuyor. Ve şu an için sonuç hiç de iyi gözükmüyor.
Sorularla devam edelim. Terim’in de hemfikir olduğunu bildiğimiz bir konu var. Türkiye’de oyuncu yetiştirme mekanizması çok iyi çalışmıyor. Alt yapı oyuncu üretse de onları üst yapıya taşımakta zorluk çekiyoruz. Dolayısıyla yurtdışı özellikle de Almanya bizim için iyi bir kaynak.
O zaman soralım:
3- Portekiz karşısında maçı tamamlayan kadroda yurt dışında yetişip yurt dışında oynayan hiçbir oyuncumuzun olmaması şaşırtıcı değil mi?
4- Bizim maçtan 1 saat önce biten açılış maçında bu özelliklere uyan 3 oyuncunun (Gökhan Eren- Hakan) İsviçre forması giyiyor olması da başka bir acayiplik değil mi? (İsviçre’de en kaba tahminle 140 bin Türk yaşadığı tahmin ediliyor)
5-Ertesi gün sahaya çıkan Almanya’da hiçbir Türk asıllı oyuncunun olmaması da bambaşka bir acayiplik değil mi? (Bu ülkedeki Türk sayısı 3.5 milyon civarında. Almanya’da yaşayan her yirmi kişiden neredeyse biri Türk). Yani Türkiye’de takım başına 5 oyuncu veren Almanlar’dan bu kaynağı neredeyse tamamen almışken, onların kullanmasına izin vermezken, bizim de elimizin tersiyle onları itmemiz gerçeğinden bahsediyorum.
Şimdi oturup düşünelim.
6- Portekiz maçının genel seyrine bakarak konuşalım.
Oyun sıkışmış, topu ileri taşımak olanaksızlaşmışken orta sahayı yaratıcı ve delici olarak güçlendirecek bir oyuncuya ihtiyaç varken... Scolari bile bildiğimiz alçakgönüllüğünden uzaklaşarak ‘Avrupa’nın en iyisi’ dediği orta sahasının karşısına kimlerle çıktık? Sezonu boş geçen Emre ve onu orada oynattığı için delik deşik ettiğimiz Kalli birkaç yüz kilometre ötede muhtemelen kıs kıs gülerken Sabri. Marco demeyin. O aslında stoper oynadı. Peki bu mevkide oynayacak oyuncumuz yok mu?
7- Tümer nerede? Böyle sıkışmış bir maçta sahaya sürülmeyecekse ne zaman oynayacak? Yoksa bu seviyede bir oyunu Sabri kadar bile kaldıramayacak durumda mı? Yoksa kadroya alınmasının tek sebebi, devre arasında ona ‘şampiyona’da olacaksın yeter ki, git bir yerde oyna denmesi mi?
8- Meraklıyız hep birlikte Terim gerçekten Topuz’u, Yıldıray’ı aramadı mı? Topuz tam da o mevkide kurban edilen Sabri’nin yerinde oynamıyor mu? Bütün bir sezonu çok iyi bir performansla geçirmedi mi?
Bu soruları uzatmak, çoğaltmak mümkün. Şampiyona sonrası bunu da yapacağız tabii ki. Şimdi 2 maç daha var. Ve oyunu, takımı, hocayı çok konuşuruz.
Ancak biliyorum ki, elinde imkan olsa Terim takımın yarısını hemen değiştirir.
Bunu nereden tahmin ettiğimi sorarsanız. Size bu maceranın ilk maçının kadrosunu hatırlatmak isterim.
Elemelerin ilk maçına Malta maçına çıktığımız kadroya bakın: Rüştü, Mehmet Topuz, Can Arat, Gökhan Zan, Marco Aurelio, Yıldıray, Tümer, Ergün Penbe, Hamit Altıntop, Fatih Tekke, Hakan Şükür.
Aynı turnuvada bu kadar değişen, sadece kadro olarak değil, oyun olarak da bu kadar farklılaşan bir başka ülke, bir başka ‘ekol’ gösterebilir misiniz?
Şimdi son ve asıl soruyu soralım.
9- Milli Takım’ın başındaki hoca Türkiye’nin en iyisi mi?
Bence öyle. Zaten şaşkınlığımız, özellikle de edilgenliğimiz ve mahkumluğumuz göz önüne alındığında bundan. Oyuncu kaynağımızı neden böyle kullandığımız ve aslında hiçbir Türk takımının bugüne kadar oynayamadığı bir oyunun peşine düşmesine hayretimiz.
Çünkü ortaya çıkan L’Equipe Gazetesi’nin biraz da dalga geçerek belirttiği gibi ‘4-3-3 inoffensive’. Hücumcu olmayan bir 4-3-3.
Umarız son iki maçta bu halimizden kurtuluruz.
Avrupa’nın en formda golcülerinden biri elimizde. Ama duran toplar dışında onu göremiyoruz. Peki silahımız kim? Kazım? Takım vasatının üzerinde oyununa rağmen gerçekten bu rolü sırtlayabilir mi? Topu rakip kaleye taşımak boşa çıkmak mümkün olmuyor. Manchester gibi oynamak istiyor Terim. Chelsea gibi, neredeyse santrforsuz bir oyunun peşinde. Çok güzel bir fikir olmasına rağmen fazla romantik. Çünkü bunu yapan bir Türk takımı yok. Elemelerde bunu yapamadık. Bu aslında tüm öğrenim hayatını sosyal bilimler öncelikli geçiren bir öğrencinin ÖSS Sınava’nda Fen-Matematik ağırlıklı bir tercih yapmasına benziyor. Terim bundan vazgeçecek mi? Yoksa bu oyunu uygulayamamamız rakibin gücünden miydi?
Şimdi yine 2000’de olduğu gibi son şansını kovalayan bir ev sahibiyle karşılaşıyoruz. Yine oradaki, İsveç maçında olduğu gibi çok kötü bir oyundan çıktık. Bakalım o maçtaki kadar şanslı olabilecek miyiz?
Göçebe bir toplum?
Tuncay’ın hali sadece bir vatandaşı olarak, sadece bir gazeteci olarak değil, onun stiline gerçekten hayran olan biri olarak üzdü beni. Ruhu çekilmiş gibi. Fenerbahçe onu kaybettiğinde Fenerbahçe’nin ruhu kaybolmuş gibiydi, şimdi görüyoruz ki, o da kendisi gibi değil.
Onu farklı kılan oyuna, skora isyanıydı. Her türlü kötü duruma ilk isyan eden o olur, her şeyi değiştirmek için sonuna kadar uğraşırdı. Şimdi sıradan bir İngiliz Ligi topçusu portresi var önümüzde. Sadece o bildiğimiz Tuncay olsa tüm takım farklı olmaz mıydı?
Hep dışarı gidin ve kendinizi geliştirin dediğimiz yıldızlarımız, şimdi, önümüze başka bir tablo koyuyor. Nihat ve Tugay’ı bir kenara koyun... Dışarıdan Türkiye’ye gelenler, Türkiye’den dışarı gidenler, kim üzerine koyabildi?
Yoksa artık en azından futbol dünyası için bir klişe yıkılıyor mu? Artık yoksa gereğinden fazla toprağa bağlı ve yerleşik mi olduk?