Onların diline takılanları biz de söylerdik. Devlet Demiryolları, GS/FB/BJK yedi golleri, beşten fazla atmayın GS/FB/BJK’yi ağlatmayın. Ama hiç olmazsa haftada bir veya iki defa benim ve Hüseyin’in ağzından bir Aşık Kerem veya Garip mısrası çıkınca, bizi ara sıra garip şeyler söyleyen tuhaf kişiler olarak görürlerdi.
Şöyle bir anımız vardır; 1945 ve yer Şişli’de Talatpaşa İlkokulu. Atatürk Lisesinde de bu durum değişmedi. Bir gün boş geçen bir derste bir Azeri türküsünden sonra bize sordular; Güzeldi ama Acemce miydi? Sözlerini Farabi mi yazmış? Bu olay da 1954 de idi.
Tuhaf görülmemiz 1956 yani Üniversiteye kadar sürdü. İlkokulda tuhaflıktan üzülürdük. Ortaokuldan itibaren Türkçe veya Edebiyat öğretmenlerinin iltifatları ve elimizden düşürmediğimiz Epiktetos, evde de Kur’an mealleri sayesinde teselli bulmaya başladık.
Kabullenişe dönüşmezdi. Ben çok soran ikizdim. Birader sessizce içinden cevap arardı. Ben sorularımla etrafı bıktırmış ve “patavatsız” tanınmıştım. Yedi yaşında iken “Anne bizim tanıdığımız ablaların hepsinden, evlenişlerinden sonra bebek haberi geliyor, o halde kümesimizde horoz olmasaydı tavuklar yumurtlamazdı değil mi?” demiştim. Annem gülme ile kızma arası “Büyüyünce söyleriz şimdi sorma” demişti. Benim sorum ciddi ve samimi idi. Fakat Hüseyin bana o sırada lahavle çeker gibi bakıyordu.
İkimizin de başta kediler sonra kuşlar sonra ayı ve diğer hayvanlara karşı ileri derecede merakımız vardı.
Neden ayı ilk sıralarda?
Kronolojik olarak sıralarsam ayı sevgisi hemen kedi ile beraber başladı. Ayı nedense ikimize de korku ile karışık sevgiyi hissettirirdi. Psikiyatride belki öyle izah edilir. Biz 4-5 yaşındayken 2. Dünya Savaşı içinde çok bunalıyoruz, gece karartma yapılıyor. Alman teyyaresi geliyor diye evin bodrumuna indiriliyoruz. O bunalım sırasında bodrumun odunları arasında ağ kurmuş örümcekleri seyrediyoruz. O havadan aileyi çıkarmak için babam ancak hayatımızda iki defa yazlık kiraladı. Çamlıca Kısıklı’da bir bağ evi idi. Gece erken yatırıldığımız için, gece bizimkilerin yaz serininde aşağıda sohbet ettiklerini duyunca onların yanına gitmek istedik. Sonra ikimiz birden aynı şeyi gördük. Karanlık koridorda birdenbire kırmızı gözlü beyaz bir ayı bize bakmaya başladı. Kardeşim ve ben aynı anda birbirimize dönüp “ayı” diye bağırdık. Ondan sonra koşarak kaçtık. Bize su içirdiler. Ayıyı öyle görünce hem korktuk hem de sempati beslemeye başladık. Aynı şey maymun için de geçerliydi. Ayı ve maymun görmek isterdik. Babamın da hatası bizi kandırmasıydı.”Ayı öyle dağa çıkıp da kolay kolay yakalanamaz ben size bunu söz veremem” demesi gerekirdi. İlkokul başlayana kadar inanıyorduk ki babamın bir gün gönlü olacak, bir taksiye atlayacağız, Çamlıca taraflarına gidip dağ denen duvar gibi bir yüksekliğe tırmanacağız, orada ayı bizi bekliyor olacak. Dağdaki ayıyı bir gün yakalayıp eve getireceğiz. Ama 4, 5, 6 yaş her gün bununla geçti. İlkokul başlamak üzereyken anladık ki, babayla taksiyle giderek dağa çıkılıp, ayı yakalanmaz.
Herhangi bir konudaki karar verme süreçlerinizde mantık ve hissiyat arasında bir denge var mıdır? Bir ağırlık varsa, hangi yöndedir? Fevri taraflarınız var mıdır? Arasında bir denge var mıdır? Bir ağırlık varsa, hangi yöndedir?
“Sen bana akıl fikir vermiştin/Suç bende Rabbim ben çuvalladım” mısralarını 63 yaşımda yazmıştım. 50 yaşımda ise ; “Bu vallon yürek Flaman beynime hükmünü dinletecek sonunda” mısrasını yazmıştım (Bruxelles Şarkısı). Belçika’daki Valonları duygu sembolü, flamanları akıl sembolü olarak görmüştüm.
Öğrencilik dönemlerimden beri sizi dinlediğimde, izlediğimde hep bir huzur hissederim. Bir de bebeksi bir masumiyet… Dışarıya başarıyla aktarabildiğiniz bir huzur var. Bu huzuru iç dünyamızda sağlamak, dengede olmakla ilgili sırra varmak bir yolculuksa kendinizi bu yolculukta nerede görürsünüz? Bunu nasıl sağladınız?
Çocuklukta başlayan klasik dua değil de devamlı bir şekilde direkt Allah’la konuşma hali hissederdim. Çocukluktan beri Peygambere ve Allah’a derin sevgiyle bağlıyım.
Görünüşümde Huzur varsa eğer ben bilmiyorum, insan kendini dışardan gözleyemez. Bunu daha önce de 1980’li yılların başında profesörler kurulunda, benim de hocam olan Anesteziyolojinin başındaki Sadi Sun bir gün bana üzgün bir yüzle “Hatemi ya, ben sana bir şey soracağım, çok merak ediyorum. Bana direkt samimi olarak söyle bu yüzündeki huzur nedir? Hepimiz hayatta nelerle karşılaşıyoruz, kurulda YÖK’ün getirdiği yenilikleri tartışıyoruz. Herkes bir türlü üzgün. Sende ilgisiz birisi değilsin. Ama senin yüzündeki bu huzur, bir dini inanış bir takikatse bize de söyle öğrenelim Hatemi” demişti. Ben tarif edeceğim şekilde bir şey bilmiyorum ama sizin bu söylediğiniz bana enteresan geldi. Bu zamana kadar düşünmemiştim. Siz şimdi sorana kadar Sadi Sun olayını unutmuş gibiydim. Sizinki ikinci oldu. Niyesini düşünmedim ama öyle hissediyorum ki Allah’la direkt irtibat halinde hissetmemden dolayı olabilir.
Tıbbiyeye yönlenmenizin özel bir nedeni var mıydı?
Bende biraderden biraz daha az teoloji merakı varken, biraderin benden çok az biyoloji merakı vardı. Rahmetli Ağabeyimiz Prof.Dr. Nadir Hatemi Tıp Fakültesine girince bende de tıp sevgisi çok arttı.
Bir hekim olarak, sanat/edebiyat yönü yüksek olan hekimlerin daha iyi şifa dağıttığını düşünmüşümdür. Hekimliğin aynı zamanda bir sanat olduğu konusundaki düşünceleriniz nelerdir?
Hekimlik sanattır. Fakat bir hekimin bu yönü narsistik şekilde kullanıp reklam yapmaması, sanat yönünü kendi kendini eğitmekte kullanması gerekir.
Öğrencilik dönemlerimden hatırladığım bir şey var. Hastanede herhangi birisinin çocuğu olacaksa, mutlaka Hüsrev Hoca’ya isim için danışalım derlerdi. Kelimelerin kökenleri ve isimler üzerine olan ilginiz ne zamandır mevcut?
İkimizde de isim merakı Lise-1’den başlayarak hep sürdü. Sene olarak 1990’lardan sonra etimolojik kökenlere merak da başladı.
En çok ne zaman “kendiniz” olduğunuzu hissedersiniz?
Bir Türk müziği parçasını dinlerken.
Birçok kıymetli eser vermiş yazar/şair olarak size bu soruyu yöneltirken bile çekiniyorum. Günümüzde tabir-i caizse “kamyon arkası edebiyatı” kitapları revaçta. Hemen hepsi de “Çok Satanlar” sınıfına girdiği için yayınevleri bunlardan vazgeçemiyor. Gerçek edebiyatı seven çocuklar yetiştirmek ve yozlaşmadan kurtulmak için anne-babalara ve yayınevlerine sizce ne görevler düşüyor?
Maalesef sağanak tedbirler sel gibi yaz yağmuru gibi gelip geçiyor. Eski devirde kültür ve iman azar azar fakat sürekli yağar, derinlere işlerdi. Ortaokul mezunu olan babamın arap harfleri yazısı da latin yazısı da benimkinden çok güzeldi. Üstelik bu özellikleri 24 yaşına kadar İran Azerbaycanı sonra da Tiflis’te edinmişti. Bizde de durum böyleymiş zaten. Zor şartlarda büyümüş dedelerimiz sadece İstanbul’da değil mesela Üsküp’te, Harput’ta, Şam’da güzel el yazılarıyla güzel ifadeli metinler ortaya koyarlardı.
Günümüz şartlarında Zeki Müren durumu özetlesin “Bir yaz yağmuru gibi geçiverdi aşkımız, ızdırabın zevkini içiverdi aşkımız”. Yani insanların ruh halleri artık sağanak şeklinde irfan ve yine sağanak şeklinde isyan yağmurları ile besleniyor. Çocuk yayınlarından periler kayboldu. Keloğlan kayboldu. Yerlerini uzay savaşları, makineli tüfekler aldı. Bizde Çocuk kitaplarının bozulması 1970’lerden sonra başladı. Sonraki bütün çocuk yayınlarını suçlamak istemem. Ama 1980’lerde evlere şenlik bir çocuk kitabı görnüştüm. Yazar ilkokul çocuklarına sınıf farklarını ve sınıf kavgasını anlatmaya çalışıyordu.
E-mail: drsevdasarikaya@gmail.com
Twitter: @drsevdasarikaya
Facebook: Anılar Silinirken Sosyal Medya Platformu
Instagram: @dr_sevda_sarıkaya