Yaşamlarımız her dönem farklı bir döngüye girer. Ekonomik, iktisadi, sosyolojik ve psikolojik sebeplerle kısa ya da uzun vadede yaşamlarımızı etkilediği de görülür. Sebepler ve sonuçlar arasındaki bu kırılım, tahlili zor bir süreci başlatır. Mutluluk ya da mutsuzluk de bu noktada geleceği şekillendiren, aile yapılarını kuran, kısacası; toplumun var olmasını sağlar. Peki, nasıl? Mutluluğun asıl sebebi nedir? Veya mutsuzluk yalnızca ekonomik sebeplerle mi alakalıdır?
Güney Kaliforniya Üniversitesi ekonomi profesörü Richard Easterlin, mutluluğun ekonomiyle olan ilişkisine dair bir teori ortaya sunmuştu. Bu teoriye göre mutsuzluğun hem psikolojik hem de ekonomik sebepleri var. Bu iki bilim dalının da pek çok kesişim alanı bulunması bu savını destekledi. İlki, insanın paraya sahip olma tutkusu, ikincisi ise tüketim yapmanın mutlu edeceğiydi. Veya bu durumun insanı bunu düşünmeyi sağlaması da diyebiliriz.
'Easterlin Paradoksu'
Günümüzde bu teorinin kabulü için kişinin neye sahip olması gerektiğini anlamak ise halen değişkenlik gösterebiliyor. Herkes kendi hayatından sorumludur ve bu sorumluluklar belli başlı bir cesaret, donanım, güç ve benzeri bireysel seçimlerden süregeliyor. Zengin ya da yoksul, başarı veya başarısızlık, zevk veyahut dert; bir nevi kişiye özneldir. Depresyonun da yaygınlaşması artık kişisel tatminsizliklerden meydana geldiği bir dönemde, sorunların kişiselleştirildiğini söylemek mümkün. Günümüzde eşitsizliğin derinleştiğini görmek de mümkün kılındı. Bu durumun alternatif bir nihai son ile sonuçlanması için toplumsal yapının değişeceğine olan inançların korunması gerekli gibi görünse de değil. Çünkü kendi benliklerimizi korumak en akıllıca seçimlerden biri olacaktır.
Easterlin’e göre cevabı hayır. Çünkü maddi olanakların mutluluk getirmeyeceği düşüncesi, “Easterlin Paradoksu” olarak tanınıyor. O, gelirle mutluluğun hiçbir ilişkisinin olmadığını savunuyor. 1970’li yılların henüz başında Amerika ve İngiltere’de yaptığı araştırmalara göre, bu konuyla ilgili olarak çok bilindik bir veriyi paylaşmalıyız. Bu araştırma, ailelerin geliri artınca mutluluk seviyeleri artmıyordu ama son yıllarda Amerika’da Gallup Dünya Anketi tarafından yapılan araştırmalar da bu olguyu kanıtlar nitelikteydi. Buna göre “geçinecek kadar bir gelire” sahip olmak yeterliydi. Ve bunun üzerine çıkılınca mutluluğun artması gibi bir durum söz konusu olmuyordu. Bu mutluluk ekonomisiyle ilişkili.
Ülkelerin refah düzeylerinin sadece gelir, servet birikimi ve benzeri tamamen sayısal bir değer. Çünkü bireycilik yakın bir gelecekte öncü bir akım olacak. Bu durumda mutluluğun ölçümünün nasıl sağlanacak derseniz, işte burada Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi kavramı önem kazanarak, sosyal güvenlik ve istihdam, ailevi ilişkiler ve sağlık kavramlarına sahip olunması bir nevi doyum sağlamaya yetiyor olacak. Temel ihtiyaçlarını karşılayabilen bir toplum, ekonomik büyümeler ve gelir seviyesindeki artış bir ülkenin refah seviyesine beklenildiği gibi bir katkı yapmıyor. Fakat mutluluğun da mutsuzluğun gibi farklı sebepleri var. Mutsuzluk, insanın kendini huzursuz, umutsuz ve karamsar hissetme haliyken, hayattan zevk alınmadığı, monotonluktan ve gündelik sorunlardan sıkıldığı zaman ortaya çıkar. Ve tetikleyen birçok sebep de mevcut. Fakat mutsuzluğun depresyon birbirine ne kadar yakın bir ilişkidedir?
'Mutsuzluk ve Para'
Araştırdığınızda görürsünüz ki; depresyon, bugün on dört milyar dolarlık bir ilaç pazarına dönüşmüş durumda. Bu gerçek aslında birçok açıdan başka bir pencereden bakmamızı sağlıyor. Öyle ki; mutlu olmak için daha fazla paraya ihtiyaç duyabilir ama insan, para sahibi olduğunda mutlu olabilir mi? İşte burada dengeler değişebiliyor.
Mutluluğun para ile ilgisi olmadığı gibi, mutsuzluğun da depresyonla bir bağlantısı olmayabilir. Çünkü depresyon dirençli bir hastalıktır ve zamanın içerisine gizlenir. Bu giz, zaman zaman da tekrarlayabilir. Erteleme isteğine kapıldığınızda ise boşluğa düşmeye başlarsınız. Ki bu boşluk duygusu insanı daha da depresif hale iletebilir. Kısır döngünün bize yaşattığı şeyler istemesek de yapmaya devam etmemizi gerektirir. Bu durumda ne ekonomik ne sosyolojik ne de psikolojik bir sebep aramaya gerek kalmaz. Sebebi yalnızca insanın ne yaşamak istiyor olmasıyla ilişkilidir.
Nitekim insan, duygusal bir varlık. Bazı olaylara karşın güçlü olabilmekteyken, kimi olaylar karşısında aciziyet hissetmektedir. Basit olan bir şeyi karmaşıklaştıran da insanken, çevresinde olup biten karmaşıklarla çatışmalar yaşamayı alışkanlık haline getiren de yine kendisidir. Yaşanılan çatışmaların içerisinden çıkmak için iradesini zayıflatan ve karşılaştığı sorunlar karşısında pes etmesine neden olan duygusal çöküntü halini baskılamak zorundadır. Burada önemli olan şey şu; gerçek, onu görmemeye çalışmaktan daha acıdır.