Dün, günün yorgunluğunu atmak için bir çay, kahve içmek için soluklandığımız bir kafede, bu yazının ana karakteri olan kadının oturduğu masanın sol çaprazında çayımı yudumluyordum. O ise, oturduğu masanın tam karşısında bulunan iki kadına hararetli bir biçimde bir şeyler anlatıyor, nasıl oluyor ise konu bir anda ne kadar mal varlığı olduğuna, ne kadar vergi verdiğine ve neredeyse otuz yıllık hayatına sığdırdığı başarılı kariyerine geliyordu. Tabii hepsi bir safsata. Yalanlarının ise sadece o farkında değildi. Kulaklarım hiç olmadığı kadar yalan ve izansız söz işitti ki; bu yazıyı yazma gereksinimi duymuş olmalıyım.
Mitomani, yalan söyleme hastalığı olarak bilinir. Bilinir bilinmesine de bu hastalığa yakalanmak kadar neyin yol açtığını da bilmek gerekiyor. Mitomanlar, yalan söyleme hastalığına kapılarak, karşısındaki insanın dikkatini çekmek ve bir topluluk içerisinde odak noktasına gelmek için çeşitli bir dizi yola başvururlar. Öyle ki; birçok konuda, hatta bir uçtan diğer uca farklı olsa da bir şekilde ortak nokta yaratmaya çalışır, kendini karşısındaki insanı aldatmak için kıyasıya kontrolü ele alır. Belki de sadece aldığını sanar. Bunu yapmak için küçük yalanlarla başlar ama bir noktadan sonra iplerin kontrolünü öyle kaybeder ki, günlük yaşamındaki gerçek dışı fikirlerle insanları yönlendirmeye ve amaçsız bir biçimde anlık da olsa önemli hisseder. Bu, bir mitoman için fazlasıyla yeterlidir.
Hastalık derecesine varsa da alışkanlık haline vardığını anlamaz. Bir noktadan sonra da kendi söylediği yalanlara inanmaya başlar. Hakkındaki birçok şey hakkında yalan söyleyen bu kişiler, çoğunlukla bu yaptıklarının hastalık derecesinde olduğunu düşünmezler. Hatta akıllarından bile geçmez. Bu nedenledir ki; tedavi dahi ihtiyaç duymazlar. Fakat arka planında birçok sorun vardır. Birçok araştırma bu hastalığa yol açan sorunları incelemiş ve başta çocukluk yıllarında istismara uğrama, kişilik bozuklukları, narsistik, histerik ve asosyal kişilik gibi etkenlerin önemli bir rolü olabileceğini yaptığı araştırmalarla açıklamıştı. Peki, modern çağın hastalıkları arasında sayılan mitomani nasıl değerlendirilmeli?
“Sosyopsikolojik İşlevler”
İnsanın beden ve zihni deneylerle gözlemlenebildiğini söyleyebiliriz. Fakat ruh ve kalp, gözlemler ve deneylerle anlaşılmakta güçlük çeker. Bu anlaşılamaz oluş da “kibir” tabiriyle örtüşür. Bir noktadan sonra bu narsizm olarak karşımıza çıkar. Kibir kavramını sosyopsikolojik işlevleriyle gerçekleşen olumsuz bir karakter özelliği olarak lanse edebilsek de kendini beğenme, bireyin kendisinde başlayan ama kibri besleyen ve destekleyen hastalıklı bir karakter özelliktir diyebilmeliyiz. Tüm bu durumların sonunda cereyan eden tipoloji size de tanıdık gelmiş olmalı. Modern insanın hayatta belli bir sosyal çevreye ait olma isteği vardır. Bu yer edinme çabası beraberinde birçok olumsuz davranış sergilemesini, bunun için yalan söyleme hastalığına kapılmasını, sosyal çevreyle uyumsuzluğu neticesinde kibir vücut bulur.
Hubris sendromu ya da bir diğer adıyla kibir sendromu da bu konuyla yakından ilişkili. Genelde siyasetçilerde görülen bu hastalık “tanrısal ego” olarak da biliniyor olsa da ilk kez, psikiyatrist David Owen ve Jonathan Davidson tarafından dile getirilen bu sendrom, 2010 yılında Brain adlı dergide yayınlanmıştı. Owen ve Davidson’a göre sendrom bir “güç zehirlenmesi” ve diktatörler Hubris sendromuna özel bir eğilim taşıyor. Fakat siyasetin tüm dünyadaki yansıması artık pek çok kez şekil değiştirmiş ve toplumları dizayn ediyor olmuştur.
Bazı insanlar, özellikle de mitomaniye ve narsizme kapılanlar, dünyayı, güç kullanımı yoluyla kendini yücelteceği bir yer olarak görür. Sırf belki de bu yüzden hiç tanımadığı birine dahi kişisel imajını geliştirmek amaçlı hareket etme eğilimlerde bulunur. Görüntüsü ve ifadeleri ile orantısız bir endişe içinde bir şeyler anlatır. Aşırı özgüven gösterse de kendisi için öteki olan grubu açıkça hor görmeye bayılır. Kendi gerçekliğine o kadar yabancılaşmıştır ki; gerçeklikle arasındaki bağ kopmuştur. Pervasız, tezcanlı, vesveseli, huzursuzdur, dürtüsel eylemler sergiler. Kim bilir, belki de bu sebeple dün oturduğum bir kafede bana bu yazıyı yazdıracak kadar rahatsız edici olabilir.
Oysa, kibir tek bir kişiye yönelik bir davranış biçim olarak ifade edilemez. İnsanın içinde yaşayan, kişinin derinliklerine yerleşen, habis ruhlu bir hastalık değil de nedir? O nedenle, eğer biri kendi imajını geliştirme peşinde ve kendinden olmayanı ötekileştirme eğilimindeyse veya gerçeklikle bağı kopuk ve aşırı bir özgüven içindeyse, hemen oradan uzaklaşılmalı. Ya da o kişiyi sessizce dinleyip, sonrasında bir yazı da yazabilirsiniz. Bu kişiye bağlı. Fakat itiraf etmeliyim ki; kibir çevresel etkenlerle güçlenirken, dinamikler değiştiğinde o kibirli insandan eser kalmayabiliyor. İoanna Kuçuradi’nin de dediği gibi, “Yaşamanın temel koşulu, insanın daha doğrusu kişinin ana değer, kayıtsız şartsız ana değer olduğunu kavrayabilmek ve bunu gözden kaçırmadan davranmak, Don Kişotça da olsa bir şey yapmaktır.” Belki de o kadın kendince Don Kişotça bir şey yaptı. Belki de milyonlarca Don Kişot'umuz vardır da haberdar değilizdir. Ne dersiniz?