02.02.2025 - 02:01 | Son Güncellenme:
Hasan Nadir Derin - 1995’te gösterime giren “Yedi / Se7en” filmi, 30. yılı dolayısıyla restore edildi, renkleri ve ses bandı tekrar elden geçirildi, IMAX salonlarına uygun hâle getirildi ve geçtiğimiz haftalarda Türkiye sinemalarında gösterime girdi. 4K kalitesinde restore edilen bu kopya, aynı zamanda Blu-Ray olarak da basıldı. Tabii ki, ev sineması sektörü, Türkiye’de artık ölmüş olduğu için, sadece yurt dışında. Bu vesileyle bir kuşağın üzerinden 30 yıl geçmiş olduğuna inanamadığı, Z kuşağının ise sadece TV, bilgisayar, belki de cep telefonu ekranlarından izlediği, popüler kültüre damgasını vurmuş, 1995 yapımı 10 filme bir göz atmak istedik.
12 Monkeys
Brad Pitt’le başladık, onunla devam edelim. Genç yıldızın 1995’te yer aldığı tek film, “Se7en” değildi. Monty Python ekibinden gelen ama sinemasını bambaşka yerlere taşımış olan Terry Gilliam, distopik bir dünya anlattığı bilim-kurgu filmi “12 Maymun”da Brad Pitt’e de yer vermişti. Ama başrolde, o dönemin en gözde starlarından Bruce Willis vardı. Dünyayı kurtarmak için, zamanda geri gönderilen Willis, finalde büyük bir sürprizle karşılaşacaktı. Has sinefiller, bu filmin Chris Marker’ın efsane kısa filmi “Le Jette”nin uyarlaması olduğunu bildikleri için, o finali de tahmin ediyorlardı ama geri kalan seyirci için, 95’in en etkili finallerinden biriydi. Pitt, bu filmdeki rolü ile ilk Oscar adaylığını da kazanacaktı. Sonrasında, oyuncu olarak başka adaylıkları da olacaktı ama oyuncu olarak Oscar almak için, 25 sene daha beklemesi gerekecekti.
Toy Story
Bir zamanlar animasyon dünyasında Pixar diye bir marka yoktu. Bir zamanlar animasyon dünyasında, tümüyle bilgisayarla yapılmış bir uzun metraj animasyon film de yoktu. Birkaç başarılı kısa filminden sonra, Pixar’ın animasyon sineması dünyasına düşüşü, bomba etkisi yaratmıştı. Hatta bu filmden sonra animasyon sektörü, Pixar öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrıldı. Bir çocuğun oyuncaklarının onun görmediği anlarda canlanıp yaşadıkları maceraları anlatan bu film, hikâyesiyle hem çocuk hem yetişkin seyircileri tavlaması bir yana, teknik olarak da büyük bir atılımdı. Bugün, animasyon filmlere Oscar veriliyorsa bunda Pixar’ın ve “Oyuncak Hikâyesi”nin payı büyük. Üstelik, 30 yıl sonra, hâlâ güçlü olan ve devam eden bir seri. 2026 yılında yeni filmi de bekleniyor.
Braveheart
Günümüzde en popüler filmlerin bile vizyonda kalma süreleri 1-2 ayı geçmiyor. Çok ender örneklerde, biraz daha uzayabiliyor. Ama 90’larda popüler filmlerin vizyon süreleri çok daha uzundu. Bunun en büyük örneklerinden biri, “Braveheart”tı. Bir yıldan uzun süre vizyonda kaldığı sinemalar vardı, hatta çok az sayıda olsa da, bazı sinemalarda ‘100. Zafer Haftası’ ibaresi ile gösterildiği de akıllardadır. “Cesur Yürek”, tüm dünyada büyük etki yaratmış, en iyi film ve yönetmen de dahil olmak üzere, 5 de Oscar almıştı. Türkiye ise filmin en popüler olduğu ülkelerden biri oldu. Mel Gibson’ın görüntüsünde şekillenen bu İskoç özgürlük savaşçısını çok sevmiştik.
Batman Forever
1990’larda çizgi roman uyarlamalarının sayısı, şimdiki kadar fazla değildi ama gişe rekorları kıran örnekleri de ortaya çıkmaya başlamıştı. Özellikle Tim Burton’ın 89 ve 92 tarihli iki “Batman” filmi popüler kültürde izini bırakmıştı. Ama ikinci film, stüdyonun beklediği kadar para kazandırmayınca ve fazla karanlık bulununca, stüdyo üçüncü film için yeni bir yönetmenle anlaşmaya karar verdi: Joel Schumacher. Yönetmen değişimiyle “Batman” de değişecekti. Bu role de Val Kilmer seçildikten sonra, kötü karakterler olarak da dönemin en popüler oyuncularından Tommy Lee Jones, Jim Carrey ve Nicole Kidman’a karar verildi. Schumacher, stüdyonun da isteğiyle, çok renkli, neredeyse bir karnaval eğlencesine benzeyen bir film çıkardı ortaya. Bu formül çalıştı ve film tüm dünyada çok izlendi. Hatta o dönem Türkiye’de Magazin Forever adlı bir magazin programının bile isim babası oldu. Ama Schumacher, sonraki filmde bu karnaval eğlencesi olayını çok fazla abartınca, en kötü Batman filmlerinden biri sayılan “Batman & Robin”i de filmografisine ekleyecekti.
Before Sunrise
Bu listedeki filmlerin çoğu, yapım aşamasından itibaren dikkat çeken, henüz sinemalara gelmeden etraflarında bir ilgi çemberi oluşturan filmler. Hâlbuki, “Gün Doğmadan” çok daha mütevazı bir Amerikan bağımsızı olarak yola çıkmıştı. Bir trende karşılaşan, biri Amerikalı diğeri Fransız iki gencin, bir gün süren romantik hikâyesini anlatan film, sadece konusuna bakarsanız çok da ilginç değildi. Ama o yıllarda yeni ünlenmiş olan Ethan Hawke ve Julie Delpy, o kadar iyi bir kimya tutturmuşlardı, Richard Linklater o kadar incelikli bir senaryo yazmıştı ki, film de sessiz ve derinden ilerlemesine rağmen, sinema tarihinin en iyi romantik filmlerinden biri olarak anılmaya başlandı. 2004 yılında, çiftimizin yıllar sonra tekrar buluşmalarını, 2013 yılında da artık evli ve çocuklu olduklarını anlatan iki de devam filmi geldi. Hayranları, bir süredir dördüncü filmi de bekliyor. Henüz bir haber yok ama kimbilir…
Desperado
Meksika kökenli yönetmen Robert Rodriguez, 1992 yılındaki“El Mariachi” filmiyle Hollywood’un dikkatini çekmişti. Bu film için, alışılmamış yöntemlerle para bulan Rodriguez, filmi sadece 7.225 dolara mal etmişti. Post prodüksiyon için stüdyo belli bir para harcadıktan sonra film, 2 milyon dolar kazanarak Guinness rekorlar kitabına girmişti. Stüdyolar elbette bu başarıya kayıtsız kalamazdı. İkinci film için, kesenin ağzını açtılar. Gerçi 7 milyon dolarlık bütçe, o yıllarda bile, benzerlerine göre çok azdı ama yine de ilk filmin fersah fersah üstündeydi. Bu sefer başrole, festival seyircisinin Almodóvar filmleri ile tanıdığı ve ana akımda da yavaş yavaş tanınmaya başlayan Antonio Banderas seçildi. Yanına da, o yıllarda neredeyse isimsiz diyebileceğimiz ama Rodriguez’le bir televizyon filminde çalışmış olan Salma Hayek konuldu. Bu ikili arasındaki uyum ve cinsel çekim perdeden seyirciye taşıyordu âdeta. Başarılı çekilmiş aksiyon sahneleri de buna eklenince, ortaya 95’in unutulmaz filmlerinden biri çıkmıştı.
Apollo 13
“Houston, we have a problem.” 95 yılında, az çok sinemayla ilgili olan herkesin ağzına bu replik takılmıştı. Ana akım Hollywood sinemasının, yıldız yönetmenlerinden olmasa da, hızlı çalışan ve standart bir kaliteyi her zaman garanti eden isimlerinden Ron Howard’ın bu filmi, “Apollo 13” görevindeki gerçek bir olaydan yola çıkmıştı. Aya inmeyi planlayan astronotlar, yaşanan teknik bir problem nedeniyle Dünya’ya geri dönmeye çalışırlar ve olaylar gelişir. Tom Hanks’in en popüler olduğu dönemde, başrole onu koymasıyla da dikkat çeken film, bilimsel açıdan gerçeğe uygun olmasıyla da övülmüştü. O dönem kopardığı fırtına düşünülünce, bugün biraz unutulmuş gibi ama filmi bilmeyen genç seyircilere, bugün olsa Christopher Nolan’ın ilgi duyacağı ve çok görkemli bir şekilde çekeceği bir film olabilirdi diyelim.
Heat
Al Pacino ve Robert De Niro, bugün efsane isimler olarak anılıyor ama 1995’te de durum farklı değildi. Bu iki dev isim, daha önce aynı filmde rol almışlardı (Baba 2) ama filmin yapısı gereği, ortak sahneleri yoktu. Michael Mann’in yöneteceği bir filmde, karşı karşıya gelecek olmaları, 95’in en büyük sinema olaylarından biriydi. Al Pacino’nun bir kanun adamını, De Niro’nun ise bir suçluyu canlandırdığı film, her iki karakterin psikolojisini de derinlemesine işlemesi ile dikkat çekiyordu. Ayrıca, bir aksiyon sekansının nasıl çekileceğini gösteren, ders niteliğinde sahneler de içeriyordu. “Heat”, günümüze kadar hiç eskimeden gelen filmlerden biri ama en fazla akıllarda kalan sahnesi, elbette Pacino ve De Niro’nun bir kafede karşı karşıya oturup konuştukları sahne.
Jumanji
Bir kutu oyununun evreninde sıkışıp kalmış olan bir adamın hikâyesini anlatan “Jumanji”, 95’te çocuk olanların keyifle izlediği bir yapımdı. Ama o yılların çocuklarının, bugün bu filme nostalji duygusu ile birlikte, hüzünle bakmaları da kaçınılmaz. Tabii ki, filmin başrolündeki Robin Williams’ın trajik ölümünden kaynaklanan bir hüzün bu. Yıllarca bizi güldüren, çok yetenekli bir oyuncu olarak, arkasında bıraktığı filmlerin iyi örneklerinden biriydi “Jumanji”. Tam bir görev adamı olarak çalışan Joe Johnston’ın kameranın arkasında olduğu filmde, Kirsten Dunst da 13 yaşında genç bir oyuncu olarak karşımıza çıkıyordu. Ama bu yaşına rağmen, önemli birkaç filmde rol almıştı bile. O da seyircilerle beraber büyüyerek, kendisine sağlam bir oyunculuk kariyeri oluşturmayı başardı.
Se7en
Pek çok müzik videosu ile tanınan genç bir yönetmen: David Fincher. “Alien 3”ü çekmiş ama film çok da başarılı olmamış. Birkaç yıldır önemli bir çıkış yakalamış olan genç bir yıldız: Brad Pitt. Ve deneyimli bir oyuncu: Morgan Freeman. Bu isimler bir seri katil hikâyesinde bir araya geliyorlar. Biri çaylak, biri deneyimli iki dedektif hikâyesi çok kullanılmış bir kalıp ama gizemli katilimiz John Doe’nun aklındaki plan filmi bambaşka yerlere taşıyordu ve salondan çıktığımızda kendimizi dayak yemiş gibi hissediyorduk. O günlerde İnternet hayatımıza yeni yeni girmeye başlamıştı ve çok kısıtlıydı. Bu nedenle, John Doe’yu kimin oynadığını, filmi izleyene kadar bilmiyorduk. Artık herkes biliyor elbette ama bu sefer de yaptıklarından dolayı adını anmak bile istemiyoruz.
David Fincher, bu filmden sonra genç usta olarak selamlanmaya başlanmıştı ve dört yıl sonra yine Brad Pitt’le çalışacağı “Dövüş Kulübü / Fight Club” ile artık kendini sektöre tam anlamıyla kabul ettirecekti. “Se7en”, Pitt’in seyirci nezdindeki ününün de iyice artmasına neden olmuştu. 92’de yeni Robert Redford olarak selamlandıktan sonra 94’deki “Vampirle Görüşme / Interview with the Vampire” ve “İhtiras Rüzgârları / Legends of the Fall” filmleri ile genç kızların kalbinde taht kurmuş, özel hayatı da yakından takip edilmeye başlanmıştı. “Se7en”, iyi bir oyuncu olarak kabul edilmesindeki ilk adımlardan biri sayılabilir.