04.07.2025 - 05:42 | Son Güncellenme:
Mimarlık mesleğine nasıl yöneldiniz? Mimari üretim bugün sizin için nasıl bir anlam taşıyor?
Marina Tabassum Bir şeyler çizmeyi çok severdim. Zamanla mimarlığın sadece çizim ya da bina yapmak değil, aynı zamanda sorumluluk almak olduğunu fark ettim. Bangladeş gibi gelir eşitsizliğinin çok net hissedildiği bir ülkede büyüdüm. Bu yüzden mimarlığın herkesin ulaşabildiği bir hizmet olması gerektiğine inanıyorum. Kendime hep şu soruyu sordum: Bu eğitimi, bu bilgiyi nasıl daha adil bir şekilde kullanabilirim? Bugün mimarlık benim için bir meslekten çok daha fazlası. Bu, bir etik duruş, bir dayanışma biçimi, iklim ve toplumsal krizlere karşı sorumlu bir üretim alanı.
Mimarlık yolculuğunuz boyunca kimlerden ilham aldınız?
MT Benim üzerimde etkisi olan çok mimar var. Ama özellikle iki ismi hep ayrı bir yere koyarım: Louis I. Kahn ve Geoffrey Bawa. Louis Kahn’ın Bangladeş’te tasarladığı meclis binasında mekanla, ışıkla ve sessizlikle kurduğu ilişki beni derinden etkiledi. Bir projeye başlarken bazen içimden geçiririm: “Kahn olsaydı bu problemi nasıl çözerdi?” Bu sorunun peşinden gitmek bazen bana yön verir. Geoffrey Bawa’nın ise doğayla kurduğu ilişki, açık ve kapalı alanları iç içe geçirmesi, mimarlığın sadece bina değil doğanın bir parçası olduğunu göstermesi benim için çok öğretici oldu. Ama sadece büyük isimlerden değil, köydeki bir ustadan, kendi evini kendi elleriyle yapan bir kadından da çok şey öğrendim. Bence mimarlık sadece akademiden veya kitaplardan öğrenilmiyor; bazen bir duvarın gölgesi, bazen avludaki rüzgar size çok daha fazlasını anlatabiliyor.
Mimari düşünceyle yaşamak gündelik hayatınızı nasıl etkiliyor?
MT Mimarlık benim için bir meslekten çok, bir düşünce biçimi. Gözüm hep mekanları, ışığı, insan davranışlarını izliyor. Bir sokaktan geçerken, insanların nerede durduğuna, nerede gölgede oturduğuna, hangi mekanları nasıl dönüştürdüğüne dikkat ederim. Bu, mesleki bir refleks değil sadece, aynı zamanda bir merak, bir farkındalık biçimi.
Evde en küçük bir değişiklik yaparken bile ışığın nasıl gireceğini, nesnelerin nasıl yerleşeceğini düşünürüm. Ama bu estetik kaygıdan değil; mekanın insana nasıl hissettirdiğiyle ilgili bir şey. Sessiz, sade ama anlamlı bir çevrede yaşamak benim için çok kıymetli. Gündelik hayatımda da bu sadeliği, doğallığı, fazla olandan arınmayı arıyorum. Bence mimarlıkla yaşamak demek, çevrene sürekli bir özenle bakmak demek. Her gün yeniden öğrenmek, yeniden duyumsamak. Bu da aslında insanı hem yavaşlatıyor hem de derinleştiriyor.
Mimarlık sizin için kişisel bir ifade biçimi mi, yoksa daha çok kamusal ve toplumsal bir sorumluluk mu?
MT Bana göre mimarlık, kişisel olanla kamusal olanın kesişiminde duran bir eylem. Elbette her proje kişisel bir yerden başlar; sizin gözleminiz, duyarlılığınız, hatta sezgileriniz işin içine girer. Ama mimarlık hiçbir zaman sadece bir bireyin ifadesi olamaz. O her zaman bir başkası içindir. Her yeni yapı, o çevrede yaşayan insanların hayatına bir müdahale anlamına geliyor. Ve bu hayat, sadece size ait değil, doğaya, topluma, geleceğe ait. O yüzden ben mimarlığı bir hizmet alanı gibi görüyorum. O yüzden evet, kişisel izler taşısa da mimarlık özü itibarıyla kamusal bir eylemdir.
Projelerinizin çoğunda toplumla doğrudan temas kuruyor, yerel halkla birlikte tasarım yapıyorsunuz. “Birlikte üretim'' yaklaşımı neden bu kadar önemli?
MT Bangladeş gibi hızlı değişen, kırılgan ekosistemlere ve ekonomik eşitsizliklere sahip bir ülkede yaşıyorsanız, mimarlığın insandan ve yerden bağımsız olamayacağını görüyorsunuz. Bir tasarımın gerçekten işe yaraması için o mekanda yaşayan insanlarla birlikte düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. Onların ihtiyaçlarını, alışkanlıklarını, kültürlerini anlamadan, dışarıdan bir çözüm dayatmak mümkün değil. Khudi Bari projesi tamamen böyle başladı. Sadece düşündük: “Eğer toprak sürekli yer değiştiriyorsa, ev de değişebilmeli.” Ama biz bunu ofiste çizemezdik. Gidip birlikte yaşadık, birlikte denedik, onların fikirlerini dinledik. Katılımcı süreçlerle sadece fiziksel bir yapı değil, bir aidiyet duygusu da inşa ediliyor. İnsan kendi yaptığı şeye sahip çıkar, ona özen gösterir. Ve bu, sadece mimari bir sonuç değil, aynı zamanda toplumsal bir dönüşüm başlatıyor.
2020 yılından beri sürdürmekte olduğunuz Khudi Bari projeniz dünya çapında dikkat çekti. Bu projeyi neden başlattınız, nasıl gelişti ve ne tür etkiler yarattı?
MT Khudi Bari, yani “küçük ev”, tamamen kendi inisiyatifimizle başlattığımız bir projeydi. Pandemi döneminde ofiste bir gün “hareketli bir ev mümkün olabilir mi?” diye düşünmeye başladık. Çünkü Bangladeş’te özellikle kırsal bölgelerde insanlar iklim değişikliği yüzünden sürekli yer değiştirmek zorunda kalıyor.
Bangladeş bir “waterscape” olarak tanımlanabilir. Nehirler sürekli yön değiştiriyor, toprak kayıyor, adalar (charlar) oluşup yok oluyor. Ve insanlar, bu geçici toprak parçalarında evlerini yeniden kurmak zorunda kalıyor. Ama barınakları genelde ya çok dayanıksız oluyor ya da taşınamıyor. Biz bu soruna mimari bir çözüm üretmek istedik. Başlangıçta hiçbir maddi kaynak yoktu. Sadece modellemeler yaptık. Hafif, dayanıklı, yerel ve ekonomik malzemeler belirledik. Çelik bağlantı elemanlarıyla modüler bir sistem geliştirdik. Böylece ev, çok kısa sürede sökülüp başka yere taşınabilir hale geldi.
Prototipi önce Dhaka’da inşa ettik. Sonra gidip Meghna Nehri’nin aşağı kıyılarındaki ada bölgelerinde bu yapıları test ettik. Ama asıl mesele teknik değildi, insanlarla bağlantı kurmaktı. Çünkü siz ne kadar iyi bir tasarım yaparsanız yapın, eğer o topluluk o yapıyı sahiplenmezse hiçbir anlamı yok. Bu yüzden önce topluluklarla buluştuk, konuştuk, anlattık. Onlar karar verdiler, sonra birlikte inşa ettik. Ve gördük ki insanlar sadece ev sahibi olmadı, aynı zamanda o yapıya sahip çıktı. Kendi eklemelerini yaptılar, değiştirdiler, genişlettiler. Bu da tasarımın esnekliğini ve sahici etkisini gösterdi.
Şu anda bu yapılar sel bölgesi olan Sunamganj, Kurigram, Jamalpur gibi yerlerde kuruldu. Aynı zamanda Rohingya mülteci kamplarında da kullanılıyor. Toplamda 100’ün üzerinde birimi hayata geçirdik ve bu süreçle birlikte FACE (Foundation for Architecture and Community Equity) adlı vakfımızı kurduk. Bana göre Khudi Bari sadece bir mimari yapı değil, aslında dayanıklılık ve sürdürülebilirlik hikayesinin parçası.
Sizce mimarlık, iklim krizine karşı nasıl bir rol üstlenmeli?
MT İklim krizi artık sadece çevresel değil, varoluşsal bir mesele. Ve mimarlık da bunun tam ortasında duruyor. Çünkü biz sadece yapı inşa etmiyoruz; bir yaşam tarzını, bir ilişki biçimini de şekillendiriyoruz. Bu yüzden mimarlığın rolü, sadece teknik çözümler sunmak değil; aynı zamanda daha azla yaşamayı, doğayla uyum içinde olmayı da teşvik etmek olmalı. Ben mimarlığın doğrudan iklime müdahale edebilecek kapasitede bir alan olduğunu düşünüyorum. Asıl mesele, yaklaşımımızı değiştirmek. Yapı malzemesi seçiminden, enerji kullanımına, hatta yapının yaşam döngüsüne kadar her detayın yeniden düşünülmesi gerekiyor. Ama bu sadece teknolojik çözümlerle olmaz. Biz doğayı kontrol edilecek bir şey olarak değil, birlikte yaşanacak bir varlık olarak görmeliyiz.
Khudi Bari bunun küçük ama etkili bir örneği. Malzemesi yerel, üretimi toplulukla birlikte, taşınabilir, düşük maliyetli ve karbon ayak izi son derece düşük. Mimarlığın iklim krizine cevabı yalnızca sürdürülebilirlik etiketi yapıştırmak olmamalı. Gerçekten neye ihtiyacımız olduğunu, neyle yaşayabileceğimizi yeniden sormamız gerekiyor. Bence bu, mimarlığın önündeki en büyük sorumluluklardan biri.
Mimarlık pratiğiniz boyunca büyük ölçekli emlak projeleriyle çalışmamayı özellikle tercih ettiniz. Bu kararı neden verdiniz? Sizi bu tür projelerden uzak tutan ne oldu?
MT Bu aslında mimarlık eğitimimi yeni tamamladığım dönemde aldığım çok bilinçli bir karardı. Mimarlık benim için hiçbir zaman sadece estetik bir mesele ya da bir piyasa ürünü olmadı. Hele ki lüks konut projeleri gibi sadece belirli bir gelir grubuna hitap eden, doğadan kopuk, bağlamsız yapıların içinde yer almak bana hiçbir zaman doğru gelmedi. Elbette bu tür projelerde çalışmak daha kazançlı olabilir, daha görünür olabilirsiniz. Ama ben kendime hep şunu sordum: “Benim bilgim kimin hayatını değiştirebilir?” Emlak sektörü genellikle mimarlığı bir satılabilir obje haline getiriyor. Mimari kararlar, yatırımcının beklentilerine göre şekilleniyor. Oysa mimarlık, bana göre, daha fazlası olmalı. O içinde etik barındırmalı, bir değer sistemi barındırmalı. Bu nedenle ben, daha az görünür olan ama toplumsal etkisi güçlü projelere yönelmeyi tercih ettim. Beni asıl tatmin eden şey, bir köyde kadınlarla birlikte bir ev tasarlamak, bir öğrencinin hayatına dokunmak ya da bir topluluğun yaşama biçimini dönüştürmek. Mimarlık yalnızca %1’in erişebileceği bir hizmet olmamalı.
Projelerinizde doğal ışık, yerel malzeme ve sadelik hep ön planda. Sizce iyi bir yapı hangi özellikleri taşımalı?
MT İyi bir yapı, sadece fiziksel olarak ayakta duran değil, insanların gündelik hayatına, duygularına ve belleğine dokunabilen bir yapıdır. Işık bu anlamda bana hep çok güçlü bir araç gibi gelmiştir. Mimarlığın en şiirsel hali bana göre ışıkla başlar. Aga Khan Ödülü kazandığımız Bait Ur Rouf Camii’ni tasarlarken, projenin bütçesi çok kısıtlıydı. Bu yüzden elektriğe daha az ihtiyaç duyan bir yapı tasarlamamız gerekiyordu. Ama bu kısıt, aynı zamanda bir armağandı. Işığı yönlendiren boşluklar, zamanla değişen gölgeler, yapının kendi ritmini oluşturdu. İnsanlara sessiz ama güçlü bir atmosfer sunan bir mekan ortaya çıkardı. Malzeme olarak da tuğlayı seçtik, dışarıdan bir şey dayatmak istemedik. Yerel olan, tanıdık olan; hem iklime hem kültüre uygun. Beton ya da cam gibi malzemeler çok parlak görünebilir ama bağ kurmakta zorlanırlar. Tuğla ise yaşar, zamanla değişir ve eskidikçe güzelleşir. Mimarlık bence ancak yerle, insanla ve zamanla bağ kurduğunda anlamlı oluyor. Benim için en kıymetli anlar, bir yapının içinde sessizce otururken gelen sade huzur hissi. O his varsa, mimarlık zaten konuşmuştur.
Ekibinizle çalışma biçiminiz nasıl? Farklı uzmanlık alanlarına sahip insanlarla çalışmayı mı tercih edersiniz?
MT Aslında bizde klasik anlamda herkesin bir masada sabit oturduğu bir ofis düzeni yok. Bizim pratiğimiz daha çok bir kolektif gibi işliyor. Benzer düşüncelere sahip insanları bir araya getiriyoruz; herkesin farklı bir uzmanlığı, ilgisi, tutkusu var. Ve biz bunları bir araya getirip ortak bir amaç doğrultusunda çalışan bir ekip yaratmaya çalışıyoruz. İçimizde peyzaj bilgisi olanlar var, yerel tarım bilgisine sahip olanlar, el sanatlarıyla ilgilenenler… Aynı zamanda mimari üretime doğrudan dahil olan eller, sahada çalışanlar da var. Tüm bu katmanları bir araya getirmek çok değerli. Disiplinler arası bir bütünlük kurduğumuzda, ortaya çıkan şey sadece bir bina değil; çok daha derin, çok daha bütünlüklü bir şey oluyor. Ben burada sadece ön planda olan kişiyim ama aslında arkamda çok büyük bir ekip var. Bizim elde ettiğimiz başarılar bir kişiye ait değil; ben o kolektif emeği temsil ediyorum.
Mimarlık hala birçok yerde erkek egemen bir alan olarak kabul ediliyor. Siz kadın olduğunuz için zorluklar yaşadınız mı? Bu meslekte kadın olmanın sizce görünmeyen yükleri neler?
MT Açıkçası, kadın olarak bu mesleğe başladığınızda ilk fark ettiğiniz şey, insanların size önce şüpheyle bakması oluyor. İnşaat sahasına gittiğinizde, biri size mimar değil de mimarın asistanıymışsınız gibi davranabiliyor. Ben bu tür şeyleri çok yaşadım ama hiçbir zaman bunu bir öfkeye dönüştürmedim. Bir erkeğin çalıştığından iki kat fazla çalıştım. Her zaman işimi konuşturmayı ve işimle konuşulmayı seçtim. Sessizce ama kararlılıkla çalıştım. Erkek bir meslektaşıma göre daha detaylı düşünmem, daha dikkatli olmam gerekiyordu. Ama zamanla insanlar sizi dinlemeye ve güven duymaya başlıyor. Bu güveni kazanmak kolay olmadı ama sonrasında bu güven kalıcı oldu. Kadın olmak, özellikle toplumla iç içe çalışan bir mimarsanız, sadece yapılarla değil, önyargılarla da çalışmak demek. Ama belki de bu durum size bir tür dayanıklılık kazandırıyor. Zorluklara karşı daha dirençli oluyorsunuz. Ve bu da sizin mimarlık pratiğinize yansıyor.
Ben hiçbir zaman “kadın mimar” olarak tanımlanmak istemedim. Sadece mimar olmak yeterliydi. Ama sistem sizi bazen o ayrımın içine sokuyor. Bu yüzden şimdi genç kadın mimarları desteklemeyi çok önemsiyorum. Onlara sadece mimariyi değil, aynı zamanda kendi seslerini duyurmanın yollarını da anlatmaya çalışıyorum. Kadın olmak sizin ego üzerinden değil, ilişki üzerinden mimarlık yapmanızı sağlıyor. Belki de kadınların mimarlığa en büyük katkısı bu: Yapının sadece nesne değil, ilişki ve bakım mekanı olduğunu hatırlatmak.”
Bu yıl Serpentine Pavilyonu’nun yirmi beşinci yılı ve siz bu önemli dönüm noktasında davet edilen sayılı kadın mimardan birisiniz. Serpentine gibi küresel bir platformda yer almak sizin için ne ifade ediyor?
MT Serpentine Pavilyonu için davet edilmek sadece kişisel bir onur değil, aynı zamanda çok anlamlı bir temsil alanıydı. Yirmi beşinci yıl gibi özel bir dönüm noktasında, böylesine prestijli bir kültürel platformda yer almak, özellikle de küresel Güney’den gelen biri olarak, çok katmanlı bir sorumluluk taşıyordu.
Mimarlık dünyasında hala kadın temsiliyeti çok sınırlı. Bu tip büyük küresel projelerde, kadınların, özellikle de Batı dışından gelen kadınların, sesi daha az duyuluyor. Serpentine, bu anlamda bir alan açtı. Ama ben bunu sadece kendi adıma görünürlük fırsatı olarak görmedim. Aynı zamanda kendi sesimi, kendi kültürümü, kendi coğrafyamı bu evrensel zemine taşıma imkanı olarak gördüm.
Bangladeş’ten gelen bir mimar olarak, geçiciliği, doğayla iç içe yaşamı ve hafiflik fikrini zaten deneyimlemiş bir toplumun bilgeliğini tasarladığım pavyonda yansıtmaya çalıştım. Yapının içine yerleştirdiğimiz ginkgo ağacı, ziyaretçilere ışık aracılığıyla sunduğumuz oyunlar, shamiyana benzeri yapısal öğeler, hepsi aslında benim geldiğim yerin mimari diline küçük ama samimi göndermelerdi.
Serpentine Pavilyonu projesi, sizin gibi yerel üretime ve bağlama duyarlı bir mimar için birçok açıdan sıra dışı bir platform. Peki bu süreçte ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
MT Serpentine Pavilyonu çok özel bir projeydi ama aynı zamanda benim için ciddi bir meydan okumaydı. Çünkü bu, Londra’da yaptığım ilk inşaat oldu. Kendi ülkemde, kendi işleyiş biçimime alışkınım; sahaya gittiğimde ustayı tanırım, malzemeyi dokunarak seçerim. Burada ise, başka bir iklim, başka bir yönetmelik, başka bir yapım kültürü içinde mimarlık üretmem gerekti. Bir diğer zorluk ise tamamen ahşapla çalışıyor olmamdı. Bangladeş’te ahşap yaygın bir yapı malzemesi değil. Bu nedenle bu yapı, bana aynı zamanda ahşapla ilk defa kapsamlı bir deneyim imkanı sundu. Ama bu yeni malzemeyle kurduğum ilişkiden çok şey öğrendim. Londra’daki güvenlik ve inşaat standartları, alıştığım bazı kararları yeniden düşünmemi sağladı. Örneğin jüt gibi yerel malzemeler yangın yönetmeliklerine takıldı. Bu da bizi alternatif çözümler aramaya itti. O nedenle daha teknik bir malzeme olan transparan polikarbon levhaya geçmek zorunda kaldık.
Tasarımınız beş ay boyunca Londra’da sergilenecek. Peki sonrasında yapının geleceği ne olacak? Siz onun başka bir bağlamda, başka bir coğrafyada nasıl bir hayat sürmesini isterdiniz?
MT Serpentine Pavilyonları baştan itibaren geçici bir yapı olarak kurgulandı. Ama bu geçicilik, benim için bir son anlamına gelmiyor. Aksine, bu yapının başka bir yerde, başka bir bağlamda yeniden doğacak olması fikri bana çok anlamlı geliyor. Mimarlık sadece bulunduğu yere ait değildir; bazen yer değiştirerek de yeni bir hikaye kurabilir. Bu palviyonun yapımında özellikle sürdürülebilirlik ilkesine dikkat ettik. Tüm yapıyı geri sökülebilir ve yeniden kurulabilir şekilde tasarladık. Ahşap iskelet, kuru montaj yöntemiyle üretildi; yani yapıştırıcı ya da kalıcı bağlantılar yerine sökülebilir sistemler tercih ettik. Dış kaplama için kullandığımız polikarbon paneller de geri dönüştürülebilir. Pavilyonun hiçbir parçası israf olmayacak ve bu benim için çok önemliydi. Ben yapının ikinci hayatını, daha gündelik, daha yaşayan bir bağlamda görmek isterim. Belki bir okulun avlusunda, bahçesinde belki bir kütüphane olarak... İnsanların gölgesinde oturduğu, çocukların ışıkla oynadığı bir yere dönüşmesini isterim. Mimarlığın gündelik hayata dokunduğu anlar benim için en kıymetli olanlar.
Serpentine’deki tasarımınızın ismi “A Capsule in Time” (Zaman Kapsülü). Bu ismin ardında nasıl bir anlam yatıyor? Sizin için zaman, mekan ve mimarlık arasındaki ilişki ne ifade ediyor?
MT “Zaman Kapsülü” ismini seçmemin birkaç nedeni var. Mimarlık ile zaman arasındaki ilişki beni her zaman çok etkiledi. Mimarlık, geçmişin izlerini taşıyan ama geleceğe de bir şeyler aktaran bir hafıza biçimi. Özellikle kalıcı yapılar, mimarın kendisi orada olmasa da zamanla varlıklarını sürdürebilir. Ama Serpentine gibi geçici yapılar, tam aksine sadece “an”ı yaşatır; bir mevsimlik varoluşları vardır. Bu yüzden bu pavilyonu bir zaman kapsülü gibi düşündüm; sınırlı bir sürede deneyimlenen ama iz bırakan bir yapı. Bangladeş’te zaman içinde nehirler, topraklar sürekli değişir. İnsanlar evlerini bile zamanla birlikte hareket ettirir. Bu geçicilik, yaşadığımız coğrafyanın doğasında var. Zaman kapsülü fikri de buradan geliyor: Geçici ama anlamlı bir durak, ışığın ve doğanın içinden geçtiği bir anı yakalama çabası. Aynı zamanda dijital dünyada kalıcı bir izi olacağı için, mekansal varlığı sona erse bile bellekte yaşamaya devam edecek bir yapıdan bahsediyoruz. Bu da onu zaman içinde bir tür kapsüle dönüştürüyor.
Sizce mimarlık endüstrisi sürdürülebilirlik konusunda yeterince sorumluluk alıyor mu?
MT Açıkçası hayır. Mimarlık endüstrisi hala sürdürülebilirlik meselesini bütünsel bir sorumluluk olarak değil, çoğu zaman bir estetik tercih ya da pazarlama stratejisi olarak ele alıyor. Oysa bu bir tercih değil, zorunluluk. Bugün dünyada hala tamamen camdan, betonarme kuleler inşa ediliyor. Bu binalar, sadece enerji tüketimi açısından değil, üretim süreçleriyle de doğaya büyük zarar veriyor. Cam, tropik ülkelerde kullanılabilecek bir malzeme değil. Isıyı hapseder, içeriyi bir seraya çevirir. Ve biz bu sistemleri modernlik göstergesi gibi görüp tekrar tekrar inşa ediyoruz. Ben her zaman mimarlığın bağlama, toprağa, iklime duyarlı olması gerektiğini savundum. Sürdürülebilirlik sadece teknolojiyle çözülmez; kültürle, ölçekle, yerel malzemeyle, hatta yapı geleneğiyle ilgilidir. Mimarlık, bulunduğu yerin bilgeliğini taşımalıdır. Elbette bu konuda çalışan mimarlar, araştırmacılar, yerel üreticiler var. Ama sistem hızlı inşa, maksimum kar ve kısa vadeli çözüm üzerine kurulu. Bizim bu durumu kökten sorgulamamız gerekiyor. Mesele sadece sürdürülebilir bina yapmak değil; sürdürülebilir düşünmek, üretmek, yaşamayı öğrenmek.
Üzerinde çalışmakta olduğunuz güncel projeler hangileri?
MT Şu anda beni en çok heyecanlandıran şey, sadece tekil bir proje değil, yürüttüğümüz bütüncül süreç. Özellikle Khudi Bari projesi, yani modüler, taşınabilir evler üzerine kurulu çalışmalarımız hala devam ediyor. Bu evler, bizim kurduğumuz vakıf üzerinden yaygınlaştırılıyor. Ama mesele yalnızca barınak inşa etmek değil. Aynı zamanda “geçimle birlikte mimarlık” dediğimiz bir yaklaşımımız var. Çünkü iyi bir mimarlık üretmek istiyorsanız, özellikle bu evleri inşa ettiğiniz insanlar için sürdürülebilir bir ekonomik yapı da sunmanız gerekiyor. Geçim kaynağı olmadan sadece ev inşa etmenin çok da anlamı kalmıyor. Malesef Bangladeş büyük bir siyasi krizden geçiyor. Hala geçici bir hükümet var ve işler genel olarak çok yavaş ilerliyor. Buna rağmen, biz üretmeye devam ediyoruz. Zanaatla, tarımla, kadın emeğiyle bağlantılı pek çok küçük ama çok anlamlı proje yürütüyoruz. Bunlar çok görünür olmayabilir ama aslında oldukça etkili. Beni motive eden şey, bu tür çok katmanlı, insanla doğrudan teması olan üretimler.
Bugün geriye dönüp baktığınızda, kariyer yolculuğunuzda bugün olsa farklı yapardım dediğiniz bir şey var mı?
MT Her şeyi aynı yapardım. Çünkü bugün olduğum yere, o küçük kararların, sezgisel adımların ve zaman zaman risk almanın sonucunda geldim. Mimarlık yolculuğumda hiçbir zaman hızlı ilerlemeyi hedeflemedim. Hatta bazen çok yavaş ilerlediğimi düşündüğüm zamanlar da oldu. Ama geriye dönüp baktığımda, o yavaşlık bana düşünme alanı, kararlarımı içselleştirme zamanı verdi. Kariyerimin başında kendi yolumu çizmeyi tercih ettim. Kolay olmadı ama o bağımsızlık sayesinde bugün hem kendimle hem yaptığım işle barışığım. O yüzden, dönüp baktığımda pişmanlık duymuyorum. Aynı şeyleri, yine aynı tutkuyla yapardım.
Genç mimarlara neler önerirsiniz?
MT Her şeyden önce mimarlığın sadece bina yapmak olmadığını hatırlamak gerekiyor. Mimarlık, topluma hizmet etmeye dair bir sorumluluk. Genç mimarlara ilk söyleyeceğim şey “Nerede yaşadığınızı, kimin için çalıştığınızı, nasıl bir coğrafyada üretim yaptığınızı iyi tanıyın” olurdu. Modern mimarlık eğitimi çoğu zaman bizi evrensel formlar, evrensel yaklaşımlar üretmeye yönlendiriyor. Oysa bence en güçlü mimarlık, bağlamına, kültürüne, insanına yaslanandır. Gençler önce kendi toprağını, kendi ışığını, kendi malzemesini tanımalı. İkincisi, sabırlı olun. Anlamlı mimarlık, uzun vadeli düşünmeyi, detayla ilgilenmeyi, süreçle barışmayı gerektiriyor. Hızlıca ünlü olmak, yarışmalar kazanmak, sosyal medyada görünür olmak, bunlar önemli gibi görünebilir ama kalıcı olan her zaman emek ve düşünceyle yoğrulmuş projelerdir. Ve son olarak: Kolektif üretime, topluluklara ve işbirliğine değer vermeliler. Mimarlık, bireysel bir deha gösterisi değil. Bir yapıyı ayakta tutan şey, sadece mimarın çizgisi değil; onu üreten ustaların, içinde yaşayan insanların, toprağın ve zamanın ortak emeğidir. Eğer o emeğe kulak verirseniz, ortaya çıkan şey sadece bir yapı değil, bir yaşam alanı olur.