Seda Sayan, bir süredir güzel ve fit halini sergiliyor sosyal medyada...
Bu tüm dünyada yayılan bir moda, üstelik estetik operasyonunu bile takipçileriyle paylaşan bir isim var karşımızda.
Yani Sayan’ın bu kareyi paylaşmasını garipsemiyorum ama fotoğrafın genelindeki estetik problemini es geçemiyor insan.
Mesela dünya genelindeki benzer pozlara baktığınızda, bilek kısmında bacakların birleştiği fotoğraflar görürsünüz daha çok, bu duruşu değil.
Yazmadan önce birlikte çalıştığım genç hanımlara da sordum ne düşündüklerini, Esra, “Doğumhane pozu gibi olmuş bu kare” deyince, aklın yolu bir dedim.
Sayan’ın bir karesinin yazısı değil bu aslında, sosyal medyanın bizi teşhirci kılan yanında sıklıkla yapılan bir hatadan söz ediyoruz.
Güzellik önemli ama sergilerken, kadının bedeni kadar ruhunu da yansıtan bir duruşun önemini, estetiği ve gizemli olmanın insanı daha çekici kıldığı gerçeğini de unutmamamız lazım.
MORS ALFABESİ VE AŞK
Yeterince ünlü olmayan bir ressamdı Samuel Morse.
Para kazanmak için ABD’nin çeşitli eyaletlerinde dolaşıp, malikanelerinde zenginlerin portrelerini yapıyordu.
Son işi Markiz de La Fayette’nin konağındaydı, orada deliler gibi çalışıyor ve üçüncü çocuklarına hamile olan karısından gelen mektuplarla teselli buluyordu.
Aralarındaki mesafe 500 kilometre kadardı ama mektuplar, postaya atıldıktan üç gün sonra ulaşıyordu eline...
Doğum zamanı yaklaştı, geçti, üç gün sonra bir mektup aldı Morse.
Bu kez eşi Lucretia yerine babası yazmıştı: Doğum sırasında eşinin öldüğünü haber veriyordu.
Yaklaşık 500 kilometre uzaktaki evine, mektubu aldıktan tam üç gün sonra ulaşabildi.
Karısının cenaze töreni yapılmıştı, mezarlığa gitti ve en azından son görevini yapamamanın acısıyla iletişimin daha hızlı bir yolu olması gerektiğine karar verdi.
Kimi kaynaklar Morse’un bu acıyla üniversitede elektrik okumaya başladığını söylese de, daha güvenilir kaynaklar, bir gemi yolcuğunda tanıştığı bir elektrik mühendisinin gösterdiği elektro mıknatıstan etkilendiğini yazar.
Sonuç mu? Uğraşa uğraşa, önce telgrafı, sonra da adıyla özdeşleşen alfabeyi icat eden adam oldu Morse.
Ölümünden kısa bir süre önce kızına, “Annene son görevimi yapamamanın bende bıraktığı yarayı annen asla bilemeyecek” dedi.
“Her icat bir zorunluluktan doğar” denir ya, aslında tam olarak öyle değil durum, bazen bir aşktan da doğuyor işte icatlar...
Kandırılmış duygusu
Yıllardır televizyon programlarına dair en çok merak ettiğimiz şey, ‘Survivor’a giden yarışmacıların gerçekten aç kalıp kalmadıkları.
Gloriousa, dünyada popüler olmuş televizyon programlarının hilelerini yazdı ve resmen ekrana olan inancımı dağıttı.
Mesela, “Kardashian Ailesi’nin hikayesinin anlatıldığı programda bir sürü kurgu ve sonradan tekrar çekilmiş sahne vardı” diyor dergi.
Kendi adıma en büyük kandırılmış duygusunu yaşadığım iki program var.
Bir tanesi halen yayınlanmakta olan ‘Depo Savaşları’.
Sahipsiz depoların açık artırma yoluyla satıldığı ve alanların içinde buldukları değerli eşyalar ve sürprizler meselesi, kurmacaymış meğer.
Bir dönem programın en büyük yıldızı olan David Hester, bazı değerli eşyaların önceden yerleştirildiğini söylemiş.
‘Amerikan Toplayıcıları’, ülkenin değişik yerlerindeki koleksiyoncuları bulup, oralara giden, o eşyaları satın alıp, sonra satan adamların hikayesini anlatıyordu.
Meğer o gidilen yerler çok önceden yapım ekibi tarafından bulunan hatta bazı malların pazarlığının önceden yapıldığı yerlermiş.
Yani iki toplayıcının gelişi de önceden belli, yaptıkları bazı pazarlıklar da...
‘Pastacılar Kralı’ ve ‘Dağ Adamları’ da sevdiğim yapımlar arasındaydı, onların da bir kısmı kurgulanmış işlermiş.
Liste uzun, ‘Rehineciler Kralı’ gibi halen yayınlamakta olan programlarda da kurgu varmış, geçmişte Trump’ın patron olduğu ‘Çırak’ ya da ‘Amerikan Idol’ yarışmalarında da...
İnsan şaşırmıyor ama hem üzülüyor hem de kandırılmışlık duygusu canını yakıyor.
‘Ben Anadolu’ kimdi?
Yıldız Kenter deyince aklıma 1980’li yılların ilk yarısı gelir.
‘Arzu Tramvayı’ oyununu seyrederken, salona dönüp, “Tiyatroda çekirdek yemeyin” demiş ve sonra oyununa devam etmiş bir sanatçıdır o.
Seyrettiğim en etkileyici oyunlardan biri olsa da ‘Ben Anadolu’ oyunuyla daha geniş kitleler tarafından tanındı Kenter.
Peki “Ben Anadolu kimdi?” derseniz, Güngör Dilmen Kalyoncu’ydu aslında.
Türk tiyatrosuna ölümsüz eserler kazandıran, ‘Midas’ın Kulakları’nı ve ‘Deli Dumrul’u yazan adamdır o.
1967 yılında yazdığı ‘Kurban’ diye bir oyunu vardır Dilmen’in, orada Zehra kadının bir tiradı vardır ki, sarsar sizi...
Köyün kuma getirilmesini savunan erkeklerine “Peygamber efendimizin tüm dediklerini tuttunuz da, bir karı üzerine karı almak kaldı, öyle mi?” diye soran bilgedir aynı zamanda Zehra kadın.
Kenter’i anarken, ‘Ben Anadolu’yu unutmak, eserden bahsedince de Güngör Dilmen Kalyoncu’yu atlamak olmazdı.
Bizi zenginleştiren güzel insanlardı onlar...
Pardon ama ben vatandaşım
Pazar sabah saatlerinde Üsküdar’dan motorla Beşiktaş’a gittim.
Tam iskelenin orada, sivil bir polis tarafından el hareketiyle durduruldum. Ardından “Kimliğini alayım” dedi.
Metro çıkışında da güvenlik uygulaması olduğu için ben onun kimliğini sormadım ama kibarlıktan uzak ve selamsız konuşma şeklinden utanır umuduyla, “Günaydın memur bey” dedim.
Duvara söylemekle, karşımdakine söylemek zerre fark etmedi.
Hiç cevap vermeden, elindeki tabletle işlemini yaptı, kimliği geri verdi, ne teşekkür ne de başka bir cümle çıktı ağzından...
“Pardon ama beni neden çevirme ihtiyacı duydunuz?” dedim, yüzüme bile bakmadan “Genel güvenlik uygulaması” dedi ve gitti.
Birden çok terör örgütüyle mücadele eden bir ülkede genel güvenlik uygulamaları olur elbette ama herkese potansiyel terörist muamelesi yapamaz polis.
İstanbul Emniyet Müdürü, İstanbul’un asayişten sorumlu müdürleri, vatandaşa böyle davranılmaz, o genç memur insanları çevirdiğinde aynı zamanda bir halkla ilişkiler faaliyeti içinde olduğunu bilmiyorsa ciddi bir sorunumuz var demektir.
Polis suçlulara korku, halka güven verir ya, o ilişki biçiminden güven falan çıkmaz.
1940 yılında dedesi Kasımpaşa Karakolu’nda başkomiser olan bir adam olarak yazıyorum bunu da...